Life of Pi

Yönetmen: Ang Lee
Senaryo: David Magee, Yann Martel
Yapım Yılı: 2012, ABD ve Çin
Türkçe Adı: Pi’nin Yaşamı
Oynayanlar: Suraj Sharma, Irrfan Khan, Adil Hussain, Ayush Tandon, Gautam Belur, Tabu, Ayan Khan, Mohd Abbas Khaleeli, Vibish Sivakumar, Rafe Spall, Gerard Depardieu, James Saito, Jun Naito, Andrea Di Stefano, Shravanthi Sainath

Life of Pi, Yann Martel‘in aynı isimli romanından beyazperdeye aktarılmış bir hikaye. Martel’in söz konusu romanı yayınevlerinden defalarca red almış, ancak sonunda Eylül 2001 yılında bir yayınevi romanı basmaya karar vermiş. Martel’e “hayır” diyen yayınevleri herhalde bu aralar fena halde pişman olmuşlardır. Bu sıradışı hikaye ünlü yönetmen Ang Lee’nin elinde ise tam bir destana dönüşüyor.

Piscine Molitor Patel, ismini Fransa’daki bir havuzdan almış olan bir Hintli çocuk olarak karşımıza çıkıyor. Piscine olan isminin okuldaki diğer çocuklar tarafından sürekli “Pissing” olarak okunmasından rahatsız olan Patel, kendisine “Pi” denmesini sağlamak için Pi sayısı onlarca basamaklı şekliyle ezberler. Filmin en ilginç noktalarından birisi Pi’nin dini inancı. Bir Hindu olarak yetiştirilmiş olmasına rağmen hem Hristiyanlık hem de Müslümanlık konusundan bilgilenen Pi, her 3 dinin de gerekliliklerini yerine getirmeye çalışır. Ayrıca babasına ait olan hayvanat bahçesinde hayvanları da anlamaya çalışan Pi’nin hayatı Amerika’ya doğru çıktıkları gemi yolculuğunda baştan aşağı değişir. Fırtınaya yakalanan gemi batınca, bir kurtarma sandalında Richard Parker adındaki Bengal kaplanıyla mahsur kalan Pi’nin 227 günlük inanılmaz hikayesi başlar.

Crouching Tiger, Hidden Dragon (2000) ve Brokeback Mountain (2005) gibi filmlerin muazzam yönetmeni Ang Lee, Life of Pi‘de de mucizeler yaratmış. Bir sandal içinde ufacık bir çocuğun, kocaman bir kaplanla olan hikayesini 3 boyutlu olarak aktarmak çok da sıradan bir iş değil. Gerek fotografik görüntüler gerekse hikayenin anlatım şekli ortalamanın çok üzerinde. Pi Patel’in Tanrı’ya ulaşma isteği, Richard Parker’la olan ilişkisi çok ince işlenmiş. Filmin sonunda ayrı bir süpriz de bizi bekliyor.

Çok şey söylemeye gerek yok, kaçırılmaması gereken bir film.

IMDB Sayfası
Filmin Resmi İnternet Sitesi

Breakfast at Tiffany’s

Yönetmen: Blake Edwards
Senaryo: Truman Capote, George Axelrod
Yapım Yılı: ABD, 1961
Türkçe Adı: Tiffany’de Kahvaltı
Oynayanlar: Audrey Hepburn, George Peppard, Patricia Neal, Buddy Ebsen, Martin Balsam, Jose Luis de Vilallonga, John McGiver, Alan Reed, Dorothy Whitney, Beverly Powers, Stanley Adams, Claude Stroud, Elvia Allman, Putney, Mickey Rooney

Lüks bir yaşam planları kuran, Tiffany isimli mücevher dükkanına her sabah uğrayan, çok parası olsun diye sevmediği bir adamla bile evlenmeyi, yaşadığı ülkeyi terk etmeyi göze alan Holly Golightly (Audrey Hepburn) ile hemen hemen aynı istekleri olan ama tutkuları biraz daha ağır basan öykü yazarı Paul Varjak’ın (George Peppard) romantik hikayesi tam bir Hollywood klasiği.

Daha filmin hemen başında kulaklara tanıdık gelen bir şarkı, Moon River, bizi karşılıyor. Henry Mancini tarafından bu film için bestelenen Moon River‘ı filmin ortalarından bir kere daha, bu sefer Audrey Hepburn‘nün sesinden dinleyeceğiz (o sahne için lütfen burayı seçiniz). Tabii ki filmin neredeyse ikon haline gelen tek özelliği müziği değil; Breakfast at Tiffany‘s ‘de Holly karakterinin taktığı gözlükler yıllarca moda oldu (hala popülerliğini sürdürdüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz) ve yine Holly’nin ünlü ve abartılı sigara ağızlığı da o dönemlere damgasını vuran bir aksesuar halinde geldi.

Film, Holly’nin çevresinde dönüyor. Holly, her ne kadar zenginlik arayışında olan genç bir kadın olarak sunulsa da kafasının karışık olduğu ve kendi kimliğini bulmakta sorun yaşadığı açıkca görülüyor. Sevmekten, aşık olmaktan hatta kızmaktan bile kaçan Holly’nin kardeşi dışında gerçek anlamda duygusal yakınlık gösterdiği birisi yok (kardeşi de sadece isim olarak var). Paul’den hoşlanmasına rağmen ona karşı olan duygularını kendisine de ifade etmekten kaçan Holly’nin Paul’e söyledikleri, onun kişiliği hakkında ipucu veriyor bize:

I’m like cat here, a no-name slob. We belong to nobody, and nobody belongs to us. We don’t even belong to each other. – Buradaki kedi gibiyim, isimsiz bir serseri. Kimseye ait değiliz ve kimse de bize. Birbirimize bile ait değiliz.”

Bu tür bir “arayış” yeni nesil filmlere çok uzak değil. Genelde genç kadınların (seyrek de olsa genç erkeklerin) “Ben kimim?” sorusu eşliğinde kendilerini aradıkları öykülere tanık oluyoruz. 1961 yapımı Breakfast at Tiffany’s benzer bir öykü sunuyor bize ama günümüzdekilerden farklı olarak karmaşık cevaplar yerine daha yalın, daha anlaşılır ve belki de daha doğal çözüm yolları öneriyor. Gerçek adı Putney olan “Kedi” (“Cat”) ile olan ilişkisi bu çerçevede güzel bir ayrıntı olarak sunuluyor.

Yüzünüzde hafif bir tebessümle seyredebileceğiniz bir klasik. Audrey Hepburn her zaman seyredilmeye değer.

Not: Tamamen tatlı bir rastlantı olarak Holly’nin oturduğu apartman dairesinin kapı numarası 42, yani hayatın, evrenin ve her şeyin cevabı olan sayı.

IMDB Sayfası

The Hobbit: An Unexpected Journey

Yönetmen: Peter Jackson
Senaryo: Fran Walsh, Phillippa Boyens, Peter Jackson, Guillermo del Toro, J. R. R. Tolkien (roman)
Yapım Yılı: 2012, ABD, Yeni Zelanda
Türkçe Adı: Hobbit, Beklenmeyen Yolculuk
Oynayanlar: Ian McKellen, Martin Freeman, Richard Armitage, Ken Stott, Graham McTavish, William Kircher, James Nebitt, Stephen Hunter, Dean O’Gorman, Aidan Turner, John Callen, Peter Hambleton, Jed Brophy, Mark Hadlow, Adam Brown

Smaug isimli ejderha cüceleri yerinden etmiştir. Hayatında maceradan hep uzak durmuş bir Hobbit olan Bilbo Baggins, daha henüz gri bir büyücü konumunda olan Gandalf ve cücelerden kurulu bir ekip Yalnız Dağ’a ulaşmak için birlikte yolculuğa çıkarlar. Bu yolculukta, Orc’lardan Elf’lere, gizemli Gollum’dan komik Troll’lere kadar farklı kişilerle karşılacaklar ve Yüzüklerin Efendisi‘nin ünlü yüzüğü de ilk defa burada görülecektir.

Her yolculuk, o yolculuğa çıkanların kendi dünyaları içinde de bir yolculuk olmaya mahkumdur. Burada da Bilbo Baggins’in ve cücelerin lideri Thorin’in kendi iç yolculuklarına da biraz bulaşıyoruz. Elf’ler henüz çok kenarda bir rolde ve neredeyse tarafsız bir konumda hikayede yer alırken, içlerinde tek bir iyilik kırıntısı olmayan Orc’lar filmin en önemli karakterlerinden. Kitabı okuyalı çok uzun zaman olduğu için sağlıklı bir karşılaştırma yapmam pek mümkün değil ama ayrıntı içeren sahnelerde (örneğin Gollum’la Baggins’in karşılaşması gibi), Peter Jackson kitabın dışına çıkmamaya özen göstermiş gibi görünüyor.

Bu tür filmlerle ilgili yorum yazmak çok zor. Herhangi bir oyuncunun rolünde devleştiğini ya da senaryonun ne kadar ilginç olduğunu yazmaya imkan yok. Halihazırda bilinen ve üstelik fanstastik bir hikayenin yorumlanmasındaki sanatsal ve teknik beceri daha çok ön plana çıkıyor. Sanatsal anlamda kusursuz diyebileceğimiz bir film; Yüzüklerin Efendisi‘nde olduğu gibi en ufak aksesuarlara kadar her şey çok titiz bir şekilde hazırlanmış. Cüceler, özellikle çok başarılı karakteristik özellikleriyle ön plana çıkmışlar. Teknik olarak sahnelerde herhangi bir pürüz bulmak neredeyse imkansız ama filmin 3 boyutlu olması açıkcası seyirciyi biraz yoruyor.

Diğer bir yorucu unsur da sinema seyircisi. Sinemalarda bir şeyler yenmesine ya da içilmesine alışığız. Bu konuda rahatsızlığı en az düzeye indirmek için salonların kendi uygulamaları var (patlamış mısırı poşet yerine kutuda vermek gibi) ama hiç kimse yanında cips ile gelen seyircileri hesaba katamamış. Belki tadı güzel olduğu için ya da belki daha ucuz olması nedeni ile kendi cipsini kendisi getiren bir seyirci grubu arkanızda oturuyorsa, sinema sizin için işkenceye dönüşebiliyor. Hele bir de bunlara film sırasında cep telefonundan Twitter ya da Facebook paylaşımı yapanların ışıl ışıl parıldamasını eklerseniz, “sinema evde seyredilir” sloganına daha da yaklaşıyorsunuz.

Her şeye rağmen 3’lü serinin ilk filmi olan The Hobbit: An Unexpected Journey seyredilmemesi düşünülemeyecek bir yapım.

IMDB

Anonymous

Yönetmen: Roland Emmerich
Senaryo: John Orloff
Yapım Yılı: 2011, ABD
Türkçe Adı: Anonim
Oynayanlar: Rhys Ifans, Vanessa Redgrave, David Thewlis, Sebastian Armesto, Rafe Spall, Edward Hogg, Xavier Samuel, Sam Reid, Jamie Campbell Bower, Joely Richardson, Paolo De Vita, Trystan Gravelle, Robert Emms, Tony Way

Sanatçıların anlatacakları bir şeyler vardır, yoksa ayakkabı yaparlardı.

Gelmiş geçmiş en önemli yazar ve şair sayılan William Shakespeare’ın eserlerinin kendisine ait olup olmadığı konusunda her zaman bazı kuramlar olmuştur. İnsanların ilgisini çekse de bu hikayelerin doğruluğu ile ilgili henüz bir kanıt bulunabilmiş değil. Bu nedenle Hamlet’in yazarı hala Shakespeare.

Anonymous, bu kuramlardan birisini ele alıyor. Kraliçe I. Elizabeth’in çevresinde konuşlanmış olan Cecil ailesinden kurtulmak için tiyatroyu kullanan Oxford Dükü Edward De Vere, aynı zamanda Kraliçe ile gençliğinde ilişkiye girmiş ve asla göremediği bir çocuk sahibi de olmuştur. Oxford Dükü, şanından ve şöhretinden olmamak için oyunları kendi adı ile yayınlayamaz. Amacı halka olan biteni bazen komedi bazen de trajedi eşliğinde aktarmaktır. Bunun için Hamlet’ten Romeo ve Juliet’e kadar bildiğimiz o bütün eserleri paravan bir adamın arkasından izleyicilerle buluşturur. Bu paravan adamın adı da William Shakespeare’dir. İronik olarak Shakespeare her ne kadar metinleri okuyabilse de yazamamaktadır. Kendini oyunculuğa adadığı için hiçbir zaman yazmayı öğrenmeye zaman ayırmayan bu adamın ismi bütün İngiltere’de duyulmaya başlar. Oyunların verdiği mesajlar hem halka hem de kraliçeye ulaşır ama Cecil de boş durmayacaktır.

Shakespeare’den bahseden bütün filmlerde onun karizmatik ve görkemli duruşuna alıştığımız için filmdeki cahil, sarsak ve kötü kalpli Shakespeare tanımlaması gerçekten çok tuhaf geliyor. Hikayenin kurgusu o kadar başarılı ki, gerçek olma ihtimalinin hiç de uzak olmadığını düşünmeye başlıyorsunuz. Oyunlardan yapılan alıntılar, tiyatronun büyülü ortamını gösteren sahneler ve İngiliz kraliyet ailesi hakkındaki cesur yorumlar filmi oldukça ilgi çekici yapıyor.

IMDB Sayfası

127 Hours

Yönetmen: Danny Boyle
Senaryo: Danny Boyle, Simon Beaufoy
Yapım Yılı: 2010, ABD
Türkçe Adı: 127 Saat
Oynayanlar: James Franco, Amber Tamblyn, Kate Mara, Sean Bott, Koleman Stinger, Treat Williams, John Lawrence, Kate Burton, Bailee Michelle Johnson, Parker Hadley, Clemence Poesy, Fenton Quinn, Lizzy Caplan, Peter Joshua Hull, Pieter Jan Brugge

127 Hours, genç bir dağcı olan Arol Ralston‘un gerçek hikayesini anlatıyor. 2003 yıılında Utah’daki Bluejohn Kanyonuna giden Arol, kanyondaki yürüyüşü sırasında bastığı bir kaya parçasının gevşemesi neticesinde kanyonun içine düşer ve o kaya da sağ kolunu kanyon duvarına sıkıştırır. Kolunu oradan kurtaramayan Arol, tam 6 gün boyunca ölümle yaşam arasında kalır. Elindeki su ve yiyecek yeterli değildir, bu yüzden kendi idrarını da içmek zorunda kalır. Ancak asıl önemli sorun nereye gittiğini kimseye söylememiş olmasıdır. Ne ailesi ne de arkadaşları onun güzergahı hakkında bilgi sahibi değidir. Bu, doğal olarak Aron’un hayatını ciddi anlamda tehlikeye sokacak bir durumdur. Üstelik sağ kolu parmaklarından itibaren morarmaya da başlar ve eğer kendisini kurtaramazsa orada ölüp gideceği çok açıktır.

Aron Ralston’un gerçek hikayesine birebir sadık kalan film aslında tam olarak burada başlıyor diyebiliriz. Ölmemek için Aron’un gerçekten cesur bir karar vermesi ve üstelik bunu da uygulaması gerekmektedir: Kendi kolunu kesmek. Böyle bir karar zaten kulağa çok hoş gelmez ama daha kötüsü bu işlemi yapmak için kullanabileceği Çin malı, ucuz ve hiç de keskin olmayan bir çakıdır. Bayılmadan, yarım bırakmadan bir seferde kolunu kesmek dışında hiçbir kurtuluş umudu olmayan bu genç adamın cesaretine hayran kalacaksınız. Olayın gerçekten yaşanmış olduğunu bilmek dışında filmin özellikle bu bölümdeki sahnelerinin kurgulanış ve çekiliş biçimi insanı çok etkiliyor. Aynı mekanda geçen ve başından sonuna ne yapılacağı belli olan sahneler olmasına rağmen soluğunuzu tutarak izliyorsunuz. Yönetmen Danny Boyle gerçekten çok iyi bir iş çıkarmış.

Aron Ralston’un yanındaki video kamerayı kullanarak yaptığı çekimler ve orada kendi hayatını yeniden değerlendirmesi filmin etkili yerlerinden birisi. Gerçek olayın video kayıtlarına ise internet üzerinden erişmeniz mümkün. Filmin belki de en etkili cümleleri Aron’un kayanın onu beklediğini anlattığı cümleler:

You know, I’ve been thinking. Everything is… just comes together. It’s me. I chose this. I chose all this. This rock… this rock has been waiting for me my entire life. It’s entire life, ever since it was a bit of meteorite a million, billion years ago. In space. It’s been waiting, to come here. Right, right here. I’ve been moving towards it my entire life. The minute I was born, every breath that I’ve taken, every action has been leading me to this crack on the out surface.

Milyarlarca yıl önce bir şekilde dünyaya düşen bu kayanın bütün yaşamı boyunca onu beklediğini anlatıyor. Kimsenin kolay kolay geçmediği bir yerde, bir kaya parçası doğduğu günden bu yana Aron’un gelmesini bekliyor ve Aron da adım adım her gün ona yaklaşıyor ve sonunda o kaya kolunu alıyor. Her ne kadar biraz kaderci bir bakış açısı gibi görünse de öyle olmadığını söylemenin zor olduğu bir örnek gibi geliyor bana. Hayatının herhangi bir yerindeki ufacık bir değişiklik bile Aron’u o kayadan uzak tutmaya yeterdi – yeterdi ama bunun daha iyi bir hayat olacağını kimse garantileyemez.

IMDB Sayfası