Ahmet Ümit – Sultanı Öldürmek

2012, Everest Yayınları, 517 s.

Şahane bir aşk çoğu zaman harcanmış bir hayat demektir.

Bu sefer de kural değişmedi Ahmet Ümit’in 500 sayfalık kitabı tam 48 saat geçmeden bitti. Her zamanki yüksek temposu ile hem okuyucu merakta bırakan hem de yeni bilgilerle zihnine saldıran Ahmet Ümit, Sultanı Öldürmek kitabında eski bir aşk hikayesi ile II. Mehmed’in sırlarla dolu dünyasını büyük bir ustalıkla birleştiyor. Bu sefer Başkomiser Nevzat yardımcı erkek oyuncu rolünde karşımıza çıkıyor.

Yaşlı bir tarih profesörü olan Müştak Bey ve onun karşısına, kendisine kuru bir mektup bırakarak onu terk ettikten tam 21 yıl sonra karşısına çıkan başka bir tarih profesörü Nüzhet Hanım ve onların Fatih Sultan Mehmed ile ilgili düşünceleri… 21 yıl aradan sonra hala bekliyor olduğu büyük aşkı Nüzhet Hanım’a nasıl yaklaşması gerektiğinden emin olamayan Müştak Bey kendisini içinde cinayetin de olduğu garip olayların içerisine buluverir bir anda. Bir yanda neredeyse çeyrek yüzyıllık aşkı için hissetikleri bir yanda da yavaş yavaş içine çekildiğini hissettiği bir tuzak vardır.

Ahmet Ümit, karakterlerini canlı hale getirmeyi çok iyi bilen bir yazar. Romandaki bütün karakterler bir anda odanızın içine doluveriyorlar. Özellikle kadın karakterleri ele alışındaki başarıyı vurgulamamız gerekiyor. Nüzhet Hanım, kişiliği, düşünceleri, söyledikleri ve hatta söyleyemedikleri o kadar gerçekçi anlatılmış ki, romanın bu baş kadın karakterinin cümlelerini kendisinin yazdığını düşünebilirsiniz. Yılgın, yorgun ve bıkkın Müştak Bey için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bu adamı hem seviyorsunuz hem de siz de kızgınlık yaratıyor. Belki diğer romanlarına da ileride konuk olabilecek canlılıkta bir karakter.

Kitabın en önemli özelliği tarihsel bilgiler ve kafalarda yarattığı sorular. Öncelikle şunu söylememiz gerekir ki, kitabı okurken kaynakları bulmak ve ilk elden siz de okumak isteyeceksiniz. Hikayenin yarattığı merak duygusu bence romanın en kuvvetli yanı. Özellikle tarihten hoşlanan okurlar bayılacaktır romana ve kendilerini yeni tarih kitapları okurken bulacaklardır.

Romanla ilgili tek eleştirim arka kapak yazısı olacak. Okumayı bitirdiğinizde bu eleştirinin nedeni daha iyi anlayacaksınız. Çok daha iyi bir yazı, çok daha iyi bir ayrıntı ve kesinlikle bilmeceden uzak bir detay aktarılmalıydı. Kitabın zenginleşmesi açısından bazı haritaların, resimlerin ya da çizimlerin eklenmesi de harika olurdu diye düşünmeden edemedim.

Keyifle okuyacağınız bir tarihi – polisiye roman.

G. Ceren Güneş – Karakalem

2011, ZDC, 84 s.

Şimdiye kadar pek çok kitap ve film hakkında yorum yazmaya çalıştım; uzun bir süredir de parmaklarım klavyeye gitmiyordu. Yeniden yorumlar paylaşmaya başladığımda karşıma çıkan ilk kitabın bu kadar zor olacağını tahmin edememiştim açıkcası. İlk defa yakından tanıdığım birisinin, eski bir öğrencimin, yeni bir arkadaşımın, üstelik kapağında benim çektiğim bir fotoğrafın kullanıldığı bir öykü kitabını yorumlamam gerekiyor. Aslında gerekmiyor, bu bir borç. Nasıl yazarların “borcu” oluyor onlara katkı verenlerle ilgili, okuyucuların da zaman zaman kendisine katkı veren yazarlara böyle bir borcu oluyor.

Ceren’in öykülerini ilk okuduğumda kendisi henüz 3. sınıfta okuyan bir üniversite öğrenciydi. Öykü okumayı tercih etmememe rağmen kendimi onu yazdığı cümlerin arasında buldum. İlk düşüncemi çok net hatırlıyorum: “Çok büyük yazmış.” demiştim kendi kendime. Bir üniversite öğrencisinin meziyetlerini küçümsediğimden değildi bu şaşkınlığım daha çok standartların dışında, farklı öyküler görmemdendi. Sanırım “gençlerin aşklarını” anlatan ve mutlu sonlarla biten küçük öyküler beklerken, varoluşu sorgulayan, kimlikleri didik didik eden ve asıl önemlisi tutkulu cümleleri görünce oldukça şaşırmıştım. İlk okumalarımdan bu yana oldukça zaman geçti, şimdi elimde üzerinde Ceren’in isminin yazdığı bir öykü kitabı var. Ne garip… insan kendi yazmışcasına gururlanıyor bundan. Kitabı evirip çevirip bakıyorsunuz; kapağına, iç sayfalarına, öykülerin isimlerine, arka kapağa… tekrar tekrar bakıp “Ben öykü yazmayı seviyorum.” diyen o üniversite öğrencisini düşünüyorsunuz. Ne kadar güzel…

Okuyucu tahmin etmiştir, böyle bir öykü kitabına nesnel bir yorum yazmak zordur. Bu nedenle doğal olarak belirli bir şüphe hep akılda olacaktır… Olmalıdır da. Ancak kitapla ilgili birkaç ayrıntıya geçmeden önce şunun çok önemli olduğunu – en azından benim için – belirtmek isterim: İsteklerinin, amaçlarının, duygularının, düşüncelerin ve tutkularının peşinden koşan genç bir insanın varlığı, yazdığı her hikayeden, her cümleden ve her öykü kahramanından daha önemlidir. Televizyon dizilerindeki “kahramanların” hayatlarına bakıp onlar için kaygılanmak yerine kendi kaygılı kahramanlarını sıfırdan yaratan bir insanın varlığı 21. yüzyılın “modern” dünyasında daha da önemlidir. Ceren diğer yazarlar gibi şanslı bir azınlığa mensup; dünyalar yaratıyor ve o dünyaları kendisi düzenliyor. Biz ise sadece onları uzaktan seyrediyoruz. Bazen içine girmemize de izin veriliyor – ki işte o zaman gerçekten “okuyor” oluyoruz.

Kitaba adını veren öykü Karakalem. Kitabı eğer ben yazıyor olsaydım onu mu seçerdim diye çok düşündüm. Kitabın fotoğrafını çekmek için okuduğum öykü de oydu zaten. “Kadın” kokan bir öykü, ilişkilerin, hayata bakışın, dünya görüşünün ve saklanan tutkunun çarpışmasını sert bir dille anlatıyor. Öykünün çok kuvvetli olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim ama yine de eğer bu öykü kitabının yazarı ben olsaydım sanırım kitaba ismini verecek olan öyküm Günaydın Anne olurdu. Öykünün içerisinde sizi gülümseten yerler olsa da bütününde canınızı yakan bir öykü. Olumsuz hiçbir şey söylemeden, kimseyi (henüz) öldürmeden, hıçkıra hıçkıra ağlamadan canınızı yakıyor. Külkedisinin ayakkabı numarasını merak eden tek kişinin ben olmadığımı görmekten de ayrıca memnunum. Saatler Damlarken de ben de benzer bir etkiyi yaratan diğer öykü oldu. Tabii bu açıklamalardan yola çıkarak Karakalem‘i acılarla dolu bir kitap sanmayın. Ne bulmak isterseniz odaklanabileceğiniz küçük ayrıntıları olan büyük öykülerden bahsediyoruz. Yaşı genç ama zihni ve kalbi kocaman bir yazarın size anlattığı çok şey var bu kitapta.

Tom Robbins – Parfümün Dansı

1985, Ayrıntı Yayınları, 366 s.
Çeviren: Belkıs Çorakçı Dişbudak

Ölümsüzlük, insanlar varolduğunda beri en büyük özlemlerden birisi olmuştur. Bu nedenle de edebiyattan sinemaya kadar pek çok alanda ölümsüzlük çabasının anlatıldığı hikayelere rastlarız. Tom Robbins‘in Parfümün Dansı (orj., Jitterbug Perfume) romanı da bu konudaki kitaplardan bir tanesi.

Roman, iki ayrı zamanda ve 3 temel yerde geçiyor: Seattle, Paris ve New Orleans. Bu 3 yerdeki kahramanların ortak noktası bir parfüm yaratmak. Daha doğrusu farklı bir parfürm yaratmak. Sıradışı garson kız Priscilla bu çaba için yolculuğuna Seattle’da başlarken, Paris’de ünlü parfümcüler Claude LeFever ve Marcel LeFever parfüm endüstrisinin en önemli isimlerindendir. New Orleans’da ise onlar kadar ünlü olmayan V’lu ve Madam Devalier vardır. Aynı zaman dilimi içerisinde kendi yollarında hareket eden (ve kuşkusuz bu yollar kesişmeye adaydır) gruba ek olarak tarihi bir kahraman da romana dahil olur. Kudretli ama kaçak Kral Alobar, köpeği Mink ve en çok sevdiği karıları Alma, Wren ve son olarak da Kudra romana hayat veren diğer canlılardır. Kral Alobar, romanın kuşkusuz en sıradışı isimlerinden birisi. Kendi tanımlamasıyla “bireycilik”, psikolojik tanmıyla da “otantiklik” peşinden gitmeye çalışan Alobar’ın en büyük amacı varoluşun yeni baştan düzenlenebileceğini ispat etmektir. Bunun için de Bandaloop rahiplerine ulaşmaya çalışan Kral’a bu yolculuğunda Kudra ve zaman zaman da arsız Pan eşlik etmektedir. Pagan Tanrı Pan’ın romanda ayrı bir hikayesi var ve bu hikaye her ne kadar ana konunun biraz dışında görünse de oldukça etkileyici ve kesinlikle çok iyi düşünülmüş.

Parfümün Dansı, koku duyumu ve bellek gibi konularda günümüz psikoloji biliminin bulgularına paralel bilgiler sunuyor. Ancak tabii ki romanın asıl önemi ölümsüzlük ve varoluş kavramlarını işleyiş tarzı. Ölüme bir isyan olarak algılanmamalı bu kitap, ondan daha çok varoluşun nedenini ve değiştirilip değiştirilemeyeceğini sorgulayan bir kitap.

Tom Robbins‘in oldukça esprili bir dili var. Özellikle kurduğu analojiler ya da betimlemeler çok hoş. Cümleyi tek olarak aldığınızda çok sırıtabilecek ifadeler hikayenin içinde çok doğallarmış gibi görünüyor. Baştan sonra iyi kurgulanmış, sürükleyici bir roman ama özellikle kullandığı dil ve temiz çevirisi ile dikkat çekiyor. Doğru zamanda okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Son zamanlarda okuduğum en iyi kurgulardan birisi.

Ahmet Ümit – İstanbul Hatırası

2010, Everest Yayınları, 565 s.

… Şehre bakıyorduk denizden… Sisler içindeydi İstanbul… Sisler içinde deniz… Sisler içinde teknemiz. Sultanahmet’in minareleriydi görülen, Ayasofya’nın kubbesi, Topkapı Sarayı’nın kuleleri. Hiç yağmalanmamış, yıkılmamış, kirletilmemiş gibiydi şehir. Bembeyaz bir sisle örtmüştü doğa, ne varsa görüntüyü çirkinleştiren. Güneş doğmadan bir anlığına beliren bir hayal gibi… Büyülü bir bulut gibi… Bir masal imgesi gibi… Yeni kurulmuş bir kent gibi… Yeni bir başlangıç gibi…. Genç, umutlu, güzel…

Türk edebiyatında, polisiye roman denildiğinde akla gelen ilk isim Ahmet Ümit‘in yeni kitabı İstanbul Hatırası, bitirmek istemeyeceğiniz hüzünlü bir roman. Başkomiser Nevzat ve en az onun kadar renkli ekip elemanları Ali ve Zeynep’in İstanbul’da arka arkaya işlenen cinayetlerin arkasındaki sis perdesini aralamak için giriştikleri çaba, harika bir tarih dersi eşliğinde kalem alınmış. Daha önceki romanlarında da olduğu gibi yine titiz bir çalışmanın izleri görünüyor. Roman, sadece keyifli ve heyecanlı bir polisiye öykü olmaktan ziyade tarih, kültür, dil ve hatta din konusunda da unutulmuş gerçekleri yeninde gözler önüne seriyor.

Romanı okurken bir yandan katlettiğimiz tarihle yüzleşirken bir yandan da ne kadar az şey biliyormuşuz duygusunu yaşamanız mümkün. Tarih kitaplarında artık sadece izi kalmış gibi görünen Kral Byzas, II. Teodosius, Jüstinyen gibi Hükümdarlardan, Kanuni Sultan Süleyman ve Fatih Sultan Mehmed’e kadar İstanbul’a yeni halini vermiş Sultanlara kadar onlarca isim İstanbul Hatırasından yeninde hayat buluyorlar. Günümüzde işlenen cinayetlerin onlarla nasıl bir ilişkisi olduğunu anlamak için kuşkusuz kitabı okumanız gerekiyor.

Ahmet Ümit, okuyucuyu sürekli yüksek bir tempoda tutma konusunda gerçekten çok yetenekli. Ara vermeyi düşüneceğiniz ya da dinleneceğiniz bir bölüm yok. Her bölüm bir sonrakini okumunız için sürekli kışkırtıyor. Diğer bir beceri de cinayetlerin şiddetli bir şekilde öyküleştirildiği bu romanda sevgi, sadakat, aşk, arkadaşlık gibi konular da aynı derinlikte inceleniyor. Son cümleyi de okuyup kitabı sonlandırdığınızda sizi esir alacak ilk duygu kuvvetli bir hüzün oluyor. Belki de bu yüzden Ahmet Ümit’in romanlarındaki kahramanlar hep çok canlı. Çevremizde olmasını istediğimiz, renkli ama bir o kadar da doğal kişiler. Okuyucunun sonda yaşadığı hüznün bir nedeni de belki onlardan ayrılmak.

Ahmet Ümit‘in kahramanları ve kahramanları ele alışı, yine İstanbul konulu polisiye romanlar yazan Barbara Nadel‘i andırmıyor değil. Nadel‘in de karakterleri (örn., Müfettiş Çetin İkmen) sıradışı özellikleri olmayan “iyi” insanlardan oluşuyor. Tabii ki her iki yazarında arasında çok büyük farklılıklar ve her ikisi de çok başarılı ancak sanırım ben Ahmet Ümit’in temposunu ve kurgusunu daha çok beğeniyorum. İstanbul Hatırası şu ana kadar okuduğum en iyi polisiye roman.

Albert Camus – Mutlu Ölüm

2009 (1971), Can Yayınları, 160 s.
Çeviren: Tahsin Yücel

Varoluşçu felsefenin en önemli isimlerinden olan Albert Camus‘nün Mutlu Ölüm‘ü diğer kitaplarından biraz daha farklı bir yazılış öyküsüne sahip. 1971 yılında, Camus‘nün ölümünde 11 yıl sonra basılan bu kitap hem kahramanı hem de hikaye örüntüsü ile Yabancı‘yı fazlasıyla anlatıyor. Aslında bir bakıma Yabancı‘nın ortaya çıkmasına neden olan kitaplardan birisi olarak da görülebilir. Camus, Mutlu Ölüm‘de de kendisine ve topluma yabancı bir adamın hikayesini anlatıyor. Hatta kitabın hemen başlarında yeralan bir Pazar günü anlatısı neredeyse birebir Yabancı‘ya ilham vermiş gibi duruyor. Mutlu Ölüm‘deki kahramanımızın adı Mersault’dur; bu isim Yabancı‘da Meursault olacaktır. Mersault, deniz – güneş anlamına gelirken, Meursault ise ölüm – güneş anlamına geliyor. Camus‘nün, Cezayir’in güneşine ve denizine olan hayranlığını da hesaba katacak olursak seçilen isimler çok da şaşırtıcı değil tabii ki.

Mutlu Ölüm, iki temel bölüme ayrılmış bir roman: (1) Doğal Ölüm ve (2) Bilinçli Ölüm. Birinci bölümde, Mersault, bir adamı, engelli Zagreus’u öldürür. Ne kurbanın ne de katilin garipsemediği ama pek de anlamı olmayan bir cinayettir bu. İçinde suçluluğun ya da uzun vadeli planların olmadığı bu cinayetten sonra Mersault Avrupa’yı gezer, kendi varoluşuyla başbaşa kalır. İkinci bölümde ise Mersault yeniden Cezayir’e döner. Vaktinin çoğunu “Dünyanın Karşısındaki Ev” diye tanımladığı yerde geçirir, evlenir, hastalanır ve Zagreus’la buluşmayı bekler…

Camus‘nün diğer eserlerinde olduğu gibi burada da çok ciddi varoluşsal sorular roman kahramanı sayesinde karşımıza çıkıyor. “İnsan insanın gücünü azaltır” diyen Mersault’un gözünden güneşi, denizi, hayatı ve ölümü yeniden görüyoruz. Yabancı‘ya hayat veren bu kitabı mutlaka okumak lazım.