Never Let Me Go

Yönetmen: Mark Romanek
Senaryo: Kazuo Ishiguro (roman), Alex Garland
Türkçe Adı: Beni Asla Bırakma
Yapım Yılı: 2010, İngiltere
Oynayanlar: Keira Knightley, Carey Mulligan, Andrew Garfield, Izzy Meikle-Small, Charlie Rowe, Ella Purnell, Charlotte Rampling, Sally Hawkins, Kate Bowes Renna, Hannah Sharp, Christina Carrafiell, Oliver Parsons, Luke Byrant, Fidelis Morgan, Damien Thomas, Nathalie Richard

Never Let Me Go, pek çok internet sitesinde dokunaklı bir aşk hikayesi olarak tanıtılıyor. Sanırım herhangi bir filme bu kadar büyük haksızlık yapılamaz. Evet, film içinde oldukça dokunaklı, dramatik ve tutkulu bir aşk hikayesi barındırıyor ancak filmin bütünü içerisinde aşk sadece detaylardan birisi ve emin olun en önemlisi değil. Belki de filmin duygusal olarak verdiği rahatsızlığı en aza indirecek yaklaşım onu bir aşk filmi olarak görmek. Çünkü film gerçekten rahatsız edici.

Konusundan bahsetmeden bir şeyler söylemek zor olduğu için potansiyel seyircileri bu cümlede uyarmak zorundayım çünkü filmin ve konusunun tamamen sizin için sır kalmasını istiyorsanız bundan sonrasını okumamanız gerekiyor (spoiler alert).

Never Let Me Go, zaman zaman gençlik filmlerinde de gördüğümüz tarzda ortodoks eğitim verdiği izlenimi doğuran ve otoriter kadınlar tarafından yönetilen yatılı bir İngiliz okulunda başlıyor. Okul şık ve disiplinli. Birbirine yakın olan 3 çocuk hemen dikkatimizi çekiyor: Kathy (Izzy Meikle-Small), Ruth (Ella Purnell) ve Tommy (Charlie Rowe). Tommy, arkadaşları tarafından pek tercih edilmeyen biraz yalnız bir çocuk olmakla birlikte her iki kızla arası iyi. Kathy ve Tommy arasından arkadaşlık – aşk arasında gidip gelen bir ilişki hissediyoruz ama romantik anlamda Tommy bir anda kendisine Ruth’u seçiyor ve uzun süren aşk ilişkileri başlamış oluyor. Okul temiz, düzenli, çocukların sağlıklarına oldukça özen gösterilen bir yer. Filmin başından bütün bu özenin nedeni standart İngiliz eğitimine bağlıyoruz ama okula yeni gelen ve sadece birkaç gün öğretmenlik / bakıcılık yapacak olan Miss Lucy (Sally Hawkins) hem çocuklara hem de bizlere şok edici gerçeği söylüyor: Burası bir donör okulu! Çocuklar 18 yaşında geldiğinde okuldan ayrılıyorlar ve organ bağışı için sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Diğer bir ifadeyle her çocuk diğer insanlar için neredeyse yedek parça olmak için yetiştirilen insanlar konumunda. Üstelik organ bağışının sınırı yok. Tahminen her bir çocuk en az 3 ameliyat geçirerek organları bağışlıyorlar ve sonra görevleri tamamlanmış oluyor (ölüyorlar). Bu acımasız bilgi bizi o kadar hazırlıksız yakalıyor ki Kathy, Ruth ve Tommy arasındaki ilişkiye artık aynı saflıkla bakmamız mümkün değil.

Çocuklar büyüdüğünde Ruth (Keira Knightley) ve Tommy (Andrew Garfield) arasındaki duygusal ilişkiye cinsellik de eklenir ama içten içe herkes aslında Tommy ile Kathy (Caren Mulligan) arasındaki aşkın hala “gerçek” bir aşk olduğunu biliyordur. Organ bağışçısı olan bu çocuklar arasındaki bir dedikodu birbirine gerçekten aşık çiftlerin söz konusu ameliyatları bir müddet erteleyebileceği yönündedir. Bunu başarabilecekler mi yoksa bu sadece bir şehir efsanesi mi bunu izleyicilerin merakına bırakalım. Daha da önemlisi bu 3 çocuk ölümden kurtulabilecekler mi?

Başkalarının hayatları için kendisini feda eden çocuklar… Bu biraz absurd konu her ne kadar başlarda bize yeterince tuhaf ve abartılı gelse de içimizdeki rahatsızlık hissi filmde anlatılan hikayenin bizden pek de uzakta olmadığını gösteriyor sanki. Sıradan bir fantastik hikayeye bakmıyor gibiyiz. Evet belki görünen anlamda diğer insanlara donör olmak için yetiştirilen çocuklar oldukça garip görünse de kendi hayatımızdan ne kadar farkı var sorusunu sormaya kalktığımızda rahatsızlık biraz daha artıyor. Biz de aynı Ruth, Tommy ve Kathy gibi başkalarının hayatlarını yaşamıyor muyuz zaten? Hangimiz gerçekten, tam anlamıyla özgür olduğunu ve sadece kendi hayatını yaşadığını söyleyebilir. Çevremizde sadece anne babasını mutlu etmek için ya da onlara “Hayır” diyemediği için istemediği hayatları yaşamak zorunda olan çocuklar yok mu? İçinde bulunduğu toplum ona söylediği için inandıklarına inanan, sevdiklerini seven hatta sıfırdan nefret yaratabilen yaratıklar değil miyiz?

Annem ne der? Babam kızar mı? Toplumun değerlerine uygun mu?… gibi sorular sorarken yaşam kayıp gidiyor.

IMDB Sayfası

The Social Network (Sosyal Ağ)

Yönetmen: David Fincher
Senaryo: Aaron Sorkin (Senaryo) ve Ben Mezrich (Kitap)
Yapım yılı: 2010, ABD
Oynayanlar: Jesse Eisenberg, Rooney Mara, Bryan Barter, Brenda Song, Dustin Fitzsimons, Armie Hammer, Joseph Mazzello, Patrick Mapel, Max Minghella, Andrew Garfield, Toby Meuli, Alecia Svensen, Calvin Dean, Jami Owen, James Dastoli, Justin Timberlake

Facebook, Twitter, MSN, My Space gibi onlarca sosyal iletişim ağı standart bir internet kullanıcısının hemen hergün en az 1 kere karşılaştığı sistemlerden sadece birkaçı. İşin ilginç olanı bu sistemlerin temel çalışma prensipleri oldukça basit olsa da herbiri tam bir yaratıcılık örneği. The Social Network, bunlar arasında en yaygın kullanılan Facebook‘un yaratıcısı Mark Zuckerberg‘in (Jesse Eisenberg) Harvard Üniversitesindeki macerasını anlatıyor. Çok genç bir yaşta dünyanın en zenginleri arasına giren Zuckerberg‘in hayatı ünlü yönetmen David Fincher‘in bakış açısı ile karşımıza çıkıyor.

Filmde anlatılan hikayenin belki de ticari oyunlarla ilgili olan kısımlarını ilk defa görüyoruz ama eğer siz de bir Facebook kullanıcısıysanız diğer şeyler çok tanıdık. Hikayeden bağımsız olaran öncelikle filmle ilgili birkaç detay vermekte fayda var. Filmin geç oyuncuları Jesse Eisenberg ve Andrew Garfield (Eduardo Saverin) çok iyi bir iş çıkarmışlar. Zuckerberg‘i canlandıran Jesse Eisenberg‘in neredeyse duygusuz yüz mimikleri ve genel tarzı karakter hakkında hem yeterince bilgi veriyor hem de gerekli olan soru işaretlerini ortaya koyuyor. Filmde Napster‘in kurucusu Sean Parker‘ı canlandıran Justin Timberlake‘in de hakkını vermek lazım. Hem oyuncu hem de enerji olarak filmin en önemli kişilerden birisi. Belki de klasik bir bilgisayar dünyası yarattıkları içindir bilinmez ama filmde kadın oyuncuların varlığı dekordan öteye gidemiyor. Belki de bu filmin en büyük eksiği (ya da David Fincher‘in tercihi). Üstelik bütün hikayenin başarısız bir romantik ilişki üzerine inşaa edildiğini düşünecek olursak, kadınların rolünün daha fazla yansıtılması gerekirdi diye düşünüyorum. David Fincher‘ın dehası filmin başkahramanının “iyi” ya da “kötü” olmasını engelliyor. Sanırım seyredenlerin bir kısmı Zuckerberg‘i akıllı ve temiz bir çocuk gibi görecekken, bir kısmı da onun gerçek anlamda kötü ve düzenbaz olduğunu düşünecekler. Aslında her insanda olan bu netsizlik filmde de çok iyi işlenmiş durumda. Benzer olarak Zuckerberg‘in ortağı Eduardo Saverin rolünde izlediğimiz Andrew Garfield de kişiliği hakkında pek emin olamadığımız diğer karakteri başarı ile canlandırıyor. Sonuçta karakterler üzerine oturtulmuş bu ticari hikaye film olarak oldukça başarılı.

Filmin konusundan bağımsız olarak Harvard Üniversitesi kampüsünün genel tarzı, öğrencilerin yapısı ve idealleri sanırım pek çok üniversite öğrencisinde “biz neden böyle değiliz?” hissi uyandıracaktır. Örneğin, filmin hemen başlarında bilgisayar üzerinde yaptıkları bir deneme sırasında Harvard‘ın bilgisayar ağını çökertmeyi başaran Zuckerberg ve arkadaşları bu başarıyı sabaha karşı 04:00’de elde ediyorlar. Diğer bir ifadeyle koca bir üniversite kampüsü sabahın 4’ünde hala ayakta. Açıkcası benim film içinde kıskandığım en önemli ayrıntı burasıydı. Ek olarak, yaratıcılığı körükleyen ama bunun yanında kendi kurallarından asla taviz vermeyen ahlak yapısıyla donatılmış bir üniversitenin varlığı da neden Facebook’un yaratıcısının başka bir ülkeden çıkamadığının kanıtı gibi.

Bilgisayar meraklılarının, hergün birkaç saatini Facebook ve benzeri sosyal paylaşım sitelerinde geçirenlerin kaçırmaması gereken bir film.

IMDB Sayfası