John Carter

Yönetmen: Andrew Stanton
Senaryo: Andrew Stanton, Mark Andrews
Yapım Yılı: 2012, ABD
Oynayanlar: Taylor Kitsch, Lynn Collins, Willem Dafoe, Samantha Morton, Thomas Haden Church, Mark Strong, Ciaran Hinds, Dominic West, James Purefoy, Bryan Cranston, Polly Walker, Daryl Sabara, Arkie Reece, Davood Ghadami, Pippa Nixon

Och ohem octei wies Barsoom.

Yukarıdaki cümle John Carter’ı, Amerikan İç Savaşındaki yolculuğundan ve altın madeni arayışından alıp doğru Kızıl Gezegene, Mars’a götürecektir. Şanssızlık bu ya, orada da bir iç savaşın tam göbeğine düşecektir.

Tipik bir fantastik bilim kurgu ile karşı karşıyayız. Avatar‘dan, Stargate’e kadar pek çok filmden örnekleri içinde barındıran John Carter, yine de hatasız teknik efektleri ve yüksek temposu ile ortalamanın üzerinde bir bilimkurgu filmi.

Dev yeşil yaratıklar (Tharks) oldukça sevimliler. Hemen her bilimkurgu filminde olduğu gibi birbirleri ile savaşan iyiler (Helium, mavi kuvvetler) ve kötüler (Zodanga, kırmızı kuvvetler) var. Kahramanımızın iyilerin yanında yer almasını garantilemek için bir de Prensesimiz (Dejah Thoris) bulunuyor. Her şey kitabına uygun olunca John Carter, her ne kadar altın madenine yeniden dönmek istese de kendisini bu savaşın içinde buluyor. Bu açılardan bakıldığında genel hikayede çok farklı, yaratıcı, sıradışı bir şey olduğunu söylemek zor. Avatar‘da olan felsefik tartışmaların, John Carter için geçerli olduğunu söylemek zor olacak. Ancak yine de hoş vakit geçirmek için fena bir film değil. En azından efektler ve makyaj seyredilmeye değer.

IMDB Sayfası

Ursula K. LeGuin – Balıkçıl Gözü

1978 / 1997, Metis, 159 s.
Orjinal Adı: The Eye of the Heron
Çeviren: Çiğdem Erkal İpek

Bana öyle geliyor ki erkeklerin zayıf ve tehlikeli oldukları nokta, kibirleri. Kadının bir merkezi vardır, bir merkezdir kadın. Ama erkekler öyle değil, onlar erişmektir, uzanmaktır. O yüzden uzanırlar ve bir şeyler koparırlar, bunları etraflarına istif ederler ve ‘ben buyum, ben şuyum, bu benim, şu da benim, benim ben olduğumu size kanıtlayayım’ derler. Ve bunu kanıtlayayım derken de bir çuval inciri berbat ederler.

Yukarıdaki cümleler Vera’ya ait; Victoria isimli gezegene sürgün edilen Şantiyeliler arasındaki bilge kadın. Dünya’da hiç bir şey yolunda gitmeyince bir grup insan başka bir gezegene sürülürler. Haksızlıklardan, ölümlerden, kötülüklerden kaçan bu insanların yeni gezegenlerinde de benzer haksızlıklarla karşılacak olmaları çok şaşırtıcı değildir aslında. Şehirde yaşayan “soylu ve üstün” insanlar ile kasaba da yaşamak zorunda olan ve şehrin bütün işlerini de yürüten Şantiyeliler eninde sonunda sürtüşecektir. Bu sürtüşme arasında kalan kadınlar ise ne erkekleri tek başına bırakacak kadar zalim olabiliyorlar ne de sürtüşmelerin önüne geçecek kadar kuvvetleri var. Bütün olan biten çekişme, her zaman olduğu gibi erkekler arasında yürüyor. Anne, baba, çocuk, arkadaş gibi rollerin önem kazanığı ama sınırlarının da çizilmeye çalışıldığı bu yeni dünyada şehirde yaşayanlar aslında daha çok tutsak gibidirler. Kurallar, gelenekler, yasalar, yapılması gereken işler, alınması gereken kararlar… hiç kimsenin kendisini tanımak için vakti yoktur. Bu açıdan kasabada yaşayanlar çok daha şanslıdır. Her ne kadar şehirdekilerin yaşaması için kendilerine verilen görevleri yapmak zorunda kalsalar da yine de tek kaldıklarında özgürdürler. Yaşam yerlerini değiştirmek istediklerinde şehirdeki yöneticilerin buna onay vermeyeceğini bildikleri halde kendi isteklerini şiddet göstermeden ısrarla vurgularlar. Tabii çatışma kaçınılmazdır.

LeGuin, benim en sevdiğim yazarların başında gelir. Bu aslında ilginçtir çünkü feminist yazarlardan hiçbir zaman hoşlanmamışımdır. Ancak LeGuin, pek çoğundan farklı olarak mesajlarını, anlatmak istediklerini, kadın ve erkek olmanın anlamını gözünüze sokarak, ders şeklinde anlatmaz. O’nun bir hikayesi vardır, kadınlar ve erkekler bu hikayenin içinde rollerini alırlar. Ne demek istediğini hissedersiniz, hak da verirsiniz ve zerre kadar rahatsızlık duymazsınız. Belki de bu yüzden çağımızın en önemli fantastik / bilimkurgu yazarlarından birisi olarak her yazdığı kitap ses getirmiştir. Balıkçıl Gözü, açıkcası bayılarak okuduğum bir kitabı değil. Yerdeniz Üçlemesinden sonra hemen hemen hiçbir kitap aynı tadı vermiyor zaten. Üstelik bu ince kitap okunması zor bir kitap. Kişiler, olaylar, ilişkiler dikkatle, gözden kaçırılmadan okunmalı. LeGuin’in yazdığı bir kitaba olumsuz yorumda bulunmak zordur; ama sanki öykü ya daha erken bitmeliymiş ya da bu kadar erken kesilmemeliymiş hissi yarattı bende. Bu arada çevirmenin “Tanrı” yerine “Allah” kelimesini seçmesi kitapta çok sırıtıyor ama onun dışında bir hata görmedim.

Kısacası kararsız kaldığım bir kitap oldu. Ancak kadın – erkek ilişkileri ya da genel olarak feminizm hakkında farklı bir tarz görmek isteyenler için şiddetle önerebileceğim bir kitap. Ne olursa olsun bir LeGuin kitabı.