“Küçük Amerika” ya da “Büyük Türkiye”: Yeni Nesil Akademisyenler II

Prof. Dr. Doğan Kökdemir
Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara – Türkiye

1950’lerde Menderes iktidarının sloganlarından birisiydi Küçük Amerika olmak. Yeni gelişen, büyümekte olan bir ülkenin, Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik, siyasi ve askeri gücünü kendisine örnek almasının çok şaşırtıcı bir yönü olmasa gerek. Örnek alınan parametreler isabetli olduğu sürece katkı sağlayıcı da olabilir. Ancak o dönemin iktidarı sadece sıcak paranın varlığı üzerine yoğunlaştığı, bireysel özgürlüklerin ve demokrasinin zenginleşme önünde bir engel olduğunu düşündüğü için olsa gerek her şeyi eline yüzüne bulaştırdı. Sadece eline yüzüne bulaştırmadı 6-7 Eylül utanç günlerinde, binlerce insanın canını da yaktı.

Kenan Evren’in ve diğer generallerin (ABD’nin Bizim Çocuklar dediği grubun) yönetime el koyduğu 12 Eylül 1980 rejiminin hemen sonrasında iktidara gelenler ise Turgut Özal’la birlikte Büyük Türkiye‘nin hayalini kurdular. Hızla gelişen, dünyaya ayak uyduran, iktisadi pastadan pay alan bir Türkiye hayali insanları heyecanlandırdı. Ancak içerikle ilgili bir değişiklik yapmadan şekilsel bir değişikliğe gidilince çok sıkıntı yaşandı. Eğer insanların önemli bir oranı dört kişiden oluşan ailelerinin karnını doyurmak için akşam evine 250 gr. et götürmekte zorluk yaşıyorsa, 80gr.’lık hamburgerlerin satıldığı hamburgercilerin açılması sadece görüntüyü kurtarırdı. Nitekim öyle oldu, zengin ve zengin olmayan arasındaki fark giderek açıldı.

1950’lerden bu yana yaşananları sadece Türkiye – ABD arasındaki ilişkiler ya da özenmeler üzerinden anlatma şansımız yok. Bu, gereksiz derecede indirgemeci bir yaklaşım olur ama belli ki sistemin iskeleti içerisinde bir ara yerleştirilen ABD gibi olmalıyız düşüncesi kolay kolay geçmiyor. Burada, hemen başlarda, bir parantez açmamız lazım; ABD kendisini sistemler üzerine inşaa eden bir ülke, bu nedenle de iyi çalışan bir sisteme sahip olduğu yerlerde doğal olarak liderliği de kimseye kaptırmıyor ve yine bu nedenle söz konusu sistemin ya da sistemlerin bizim işimize yarayıp yaramayacağı üzerinde zihnimizi yormak, uygun görünen sistemleri kendi sistemimize entegre etmek bana yanlış gelmiyor. Gelişim için her zaman aynı şeyleri tekrar tekrar yeniden keşfetmektense iyi çalışan sistemleri modellemek daha akılcı olacaktır. Bu açında ABD pek çok alanda iyi bir modeldir.

ABD modelinin üniversiteler bazında bize nasıl yansıdığına baktığımızda ilginç bir tablo çıkıyor. ABD’deki üniversitelerin sahip olduğu özerkliğe kurumsal olarak sahip olduğumuzu söylemek çok güç. Aslına bakarsanız bireysel olarak özerkliğe sahip olduğumuzu söylemek daha da güç. Bunun çok önemli bir kısmının nedeni ülkenin siyasal durumu ve gitgide otoriterleşen kanun yapıcılar. İşin ilginç noktası aynı otoriterleşme sorunu ABD’de de var ama sistemin kendisini koruma gücü ve bireylerin özgürlüklerine sahip çıkma dürtüsü fena olmayan bir denge unsuru yaratıyor. Sistem kendisine zarar verecek değişimlere karşı aşılı, bu yüzden başka ülkelerde kısa sürede çöküş yaratabilecek durumlar ABD’de daha hafif atlatılabiliyor, ya da en azından buradan bakınca öyle görünüyor.

Durum böyle olunca Türkiye’de yetişen eğitimli insanların en azından bir kısmı (bu kısmın çoğunluğunu tahminen yeni nesil akademisyenler oluşturuyor) kendi yaşadıkları sıkıntılardan kurtulmanın çaresini ABD’deki bir üniversiteye kapağı atmak olarak görüyorlar. Bu istekleriyle ilgili olarak onları suçlamak ya da “hata yapıyorsunuz” demek mümkün mü? Sanırım hayır. Her insan kendini gerçekleştirme imkanını nerede ve nasıl bulacaksa onu denemek zorunda. Sadece olası farklı alternatifler içerisinden seçimini yaparken, o seçimi neden yaptığıyla ilgili olarak mümkün olduğunca rasyonel bir argümana sahip olmasını önerebiliriz. Çünkü 1950’lerdeki ve 1980 sonrasındaki siyasi aktörlerin yaptığı hataların yapılmaması, şekilsel değil sistemsel değişiklik yakalanmaya çalışılması çok önemli. Bu açıdan bakıldığında genç akademisyenlerin, maalesef, eski ve yeni tüm siyasileri aratmayacak şekilde indirgemeci bir mantıkla hareket ettiklerini görebiliyoruz. Psikolojik olarak anlaşılabilir bir indirgemecilik bu; çünkü eğer belirsiz ve riskli bir değişimi hayatınızda gerçekleştirmek durumundaysanız, duygusal olarak da bu değişimin yakınında duruyorsanız rasyonel bir değerlendirme yapmak yerine kendi olası kararınızı destekleyecek argümanlara yapışmanız kaçınılmazdır. Daha seçimi yapmadan ya da eyleme geçmeden önce o seçimin en iyi seçim olduğuna önce kendimizi ikna etmemiz gerekir. Hayata geçireceğim eylem, bütün olasılıklar içinde en iyisi inancına ihtiyacımız olacaktır. Aksi durumda eyleme geçme şansımız hiç olmayacak.

ABD’deki bir üniversiteye kapağı atmak olarak tanımladığım eylemin nesi yanlış diye sorabilirsiniz. Kesinlikle yanlış olan hiçbir şey yok. Ben de zaman zaman ABD değil ama Yeni Zelanda’da yaşama fikrini düşünürüm. İlk yurtdışı deneyimim Yeni Zelanda olduğu için midir bilmiyorum ama her şeyi beni çok etkilemişti. Sadece doğası için, sadece insanları için hatta sadece yemekleri için bile başka bir ülkede yaşamayı tercih edebilirsiniz. Bunlar için radikal ve köklü değişimler yapılabiliyorsa eğitim ya da çalışmak için aynı tercih çok daha rahat yapılabilir. Bu nedenle, ABD’deki bir üniversiteye kapağı atma isteği asla yanlış olarak tanımlayabileceğimiz bir istek olamaz. Her şeyden önce bize ne? Kim nerede ne yapmak istiyorsa onu yapar. Ancak benim genelde takıldığım nokta bizi karara götüren sebeplerle ilgili aradığımız kestirme yollar ve yanlılıklar. Örneğin, başarılı bilim insanları Türkiye’de hakettikleri değeri göremiyorlar bu yüzden ABD’ye gitmeliler argümanına karşı çıkmak çok kolay değil. Aklı başında hiçkimse Türkiye’de bilim insanlarının (ve sanatçıların) el üstünde tutulduğunu iddia etmeyecektir. Ancak her şey söylendildiği kadar kötü müdür ya da ABD’de her şey söylenildiği kadar iyi midir üzerine düşünmek lazım. Bu tartışmalarda son yıllarda en çok Aziz Sancar örnek olarak veriliyor. Soru basit: Aziz Sancar Türkiye’de bir üniversitede çalışıyor olsaydı Nobel alabilir miydi? Açıkcası bu sorunun cevabını ben bilmiyorum ama hemen herkesin biliyormuş gibi “hayır alamazdı” demesini de eleştirmiyorum. Ben cevabı bilmiyorum ama herhalde zor olurdu diye aklımdan geçiyorum. Buradaki asıl önemli olan nokta Aziz Sancar örneğine vurgu yaparken ABD’ye göç eden binlerce başka beynin Nobel’in kıyısından bile geçmediğini unutmak. Tek bir örneği kendi argümanımıza kanıt olarak gösterirken, yanlışlayacak diğer örnekleri unutmamalıyız herhalde. Şu daha anlaşılır olur sanırım; Aziz Sancar’ın Türkiye’de başarılı olma olasılığının düşük olmasının nedeni belki de burada değer gör(e)memesi değil teknik olanaksızlıklardır. Aslında tabii ki bu da büyük bir problemdir çünkü çözmediğimiz sürece diğer potansiyel Aziz Sancar’ları da kaçırma riskimiz var.

Türkiye’deki büyük ve köklü üniversitelerin bir kısmında (örn., ODTÜ, Boğaziçi…) akademik personel içinde doktora derecesini Türkiye’de almış olan bilim insanı bulma şansınız çok azdır. Elimde bir döküm yok ama tahminim önemli bir kısmının doktora derecelerinin ABD’den olduğunu iddia etmek herhalde çok gerçek dışı bir tahmin olmayacaktır. Yani yeni nesil akademisyenlerin yetiştirilmesinde söz sahibi olanlar, bu yazıda bahsettiğimiz sistemi bilen ve bunu uygulama şansı olan kişiler. Peki neden olmuyor? Neden bu sistemi bilen kadronun verdiği eğitim hâlâ ABD ile yarışmaktan çok ama çok uzak? Bilerek mi anlatmıyorlar? Çok mu benciller? Yeni akademisyenleri mi kıskanıyorlar?

Bunun cevabını da bilmiyorum ama benim tahminin biraz daha farklı. Daha önce  Tam Nobel Alacağız Bi’ Gülme Geliyor: Yeni Nesil Akademisyenler başlığıyla yazdığım yazıdaki ana fikre sadık kalacağım ve sorunun bireysel olduğunu söyleyeceğim. Anlatmak istediğim kısaca şu: Türkiye zor bir ülke. Bu ülkede gerçekten de bilime ve sanata istediğimiz kadar kaynak ayrılmıyor, özen gösterilmiyor ve hem bilim insanları hem de sanatçılar üretimlerini gerçekleştirmek için onlarca şeyle mücadele etmek zorundalar. İktidar yanlısı medyayı takip edenler hariç diğer herkes bireysel özgürlüklerimizin de kısıtlandığını biliyor. İnsanlar bırakın bilim yapmayı, işlerinden oluyorlar. Kabul edelim, bu ülkede hayat zor. Ancak yine de bilim, biz bilim insanları için işimiz, varoluşumuzun çok önemli belki de en önemli parçası. Hangi şartlarda ve nerede olursa olsun, nefes aldığımız sürece bilim yapmaktan vazgeçecek değiliz. Eğer işimizi iyi yaparsak, yapıyorsak bunu ABD’de de, Japonya’da da, Türkiye’de de iyi yapacağız zaten, bununla ilgili bir kuşkumuz yok. İşimizde iyi değilsek, iyi yapamıyorsak, mekanın önemi yok çuvallayacağız.

Türkiye’de kalanlar olarak şekli değil sistemi değiştirmek için çaba göstereceğiz. Gücümüz ne kadar neye yeter hiçbir fikrim yok ama bizi yetiştiren kuşaklara bir borcumuz, bizden sonra gelecek olanlara da sorumluluğumuz var. Hepimiz birden pes edip gidersek, biz, biz olmaktan çıkarız.

 

einstein
Albert Einstein’in Atatürk’e 1993 yılında yazdığı ve Almanya’daki bilim insanlarının Türkiye Cumhuriyeti’ne kabul edilmesini rica ettiği mektup.

 

 

Sosyal Psikolojik Açıdan 1 Kasım 2015 Türkiye Genel Seçimlerinin Değerlendirilmesi

Prof. Dr. Doğan Kökdemir

Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara

Genel olarak psikoloji, özel olarak da sosyal psikoloji, “İnsanlar neden davrandıkları şekilde davranırlar?” sorusuna yanıt arar. Bu açıdan bakıldığında her ülkedeki yerel ve genel seçimler, sadece siyasetçiler, siyaset bilimciler, gazeteciler açısından değil, sosyal psikologlar açısından da ilginç bir inceleme konusudur. Siyasi davranış ve siyasi davranışın bir temsili olarak oy verme davranışı üzerine her alandan uzmanlar farklı bakış açıları ile olayı irdelemeye çalışırken doğal olarak yanlı ve yanlış kararlara da varabilmektedirler. Bu nedenle, şu anda okuduğunuz yazıyı da potansiyel hatalara sahip olabileceği bilgisi ile okumanız önerilir.

Koalisyon İsteyen Seçmenler ya da Tek Başına Güçlü Hükümet İsteyen Seçmenler

Seçimlerden sonra, seçim sonuçlarına bağlı olarak gazete yazılarında sıklıkla görebileceğiniz bu tip değerlendirmelerin; yani seçmenlerin kendi isteği ile koalisyon istemesi, herhangi bir partiyi tam baraj sınırında bırakarak “kulağını çekmesi”, başka bir partiye çoğunluk verip ama yine de anayasayı değiştirecek kadar çoğunluk vermek “istememesi” gibi çıkarımlar, en basit tanımıyla hayalidir. Herhangi bir seçim bölgesindeki seçmenlerin tamamının biraraya gelerek, kendi aralarında hangi partilere hangi nedenlerle ve hangi oranda oy vereceklerini belirlememiş olduklarını bildiğimize göre, yukarıdaki cümlelerde anlatılmak istenen “seçmen üst aklı” gibi bir beklentinin gerçek olma olasılığının yüksek olmadığı açıktır. Hemen hemen bütün seçmenler, kendi oy verdikleri siyasi partinin tek başına ve mümkün olan en büyük güçle iktidara gelmesini ister, hemen hemen hiçbir seçmen “benim partim çok iyi ama milletvekili sayısı şu rakamı geçmezse iyi olur” demez. Hatta bu beklentiler gerçekçi olmasa bile bir mucize beklentisi son ana kadar sürer.

Seçmen Hareketi Neden Olur?

Seçmenler tek bir insan değillerdir. Bütün seçmenlerin, ortak noktaları tabii ki olmakla birlikte, kendilerine has özellikleri, beklentileri, hayalleri vardır. Azımsanmayacak sayıda bir seçmen kitlesinin, kendi geleneklerine ya da dünya görüşüne bağlı olarak ne olursa olsun aynı partiyi desteklemeye devam ettiğini tahmin etmek zor değil ancak sonucu etkileyecek seçmen hareketine sahip olan ve kamuoyu araştırmalarında zaman zaman “kararsız seçmen” ya da “iki parti arasında gidip gelen seçmen” olarak tanımlanan kalabalık bir kitlenin de olabileceğini akılda tutmamız gerekmektedir. Başarılı bir seçim stratejisi çoğunlukla bu seçmenlerin üzerine yoğunlaşır ve siyasi partiler söz konusu “kararsız” seçmenleri kendi tarafında doğru çekmek için politika oluşturur.

Ancak sosyal psikolojik açıdan oy verme davranışına bakıldığında kısa zaman içerisindeki kitlesel oy hareketlerinin nedenlerinin sadece siyasi partilerinin programlarındaki değişikliklerle açıklamaya çalışmak çok mantıklı olmayacaktır. Özellikle Türkiye’deki son iki seçim arasındaki 5 ay gibi kısa bir süreye rağmen yaklaşık 5 milyon seçmenin yer değiştirmesi farklı açıklamalara ihtiyaç duymaktadır. Siyasi davranış üzerine yorum yapan uzmanlar, bu 5 aylık dönemdeki en önemli değişikliğin artan terör olayları olduğunu konusunda hem fikirler. Ancak, kendilerinin ifadesiyle artan terör eylemlerinin, rasyonel olarak iktidarın bir başarısızlığı olarak görülmesi ve bu nedenle de oy potansiyeli azaltması gerekirken, tam aksi bir sonucun ortaya çıkması ilginçtir. Aynı yorumcular, bunun nedeni olarak çoğunlukla milliyetçi seçmenin “tek başına iktidar” olasılığı yüksek partiyi seçerek “devleti kuvvetlendirme” isteğini işaret etmektedirler. Bu açıklmaya ek olarak, diğer partilerinin uyumsuzluğu, iktidara gelme olasılıklarının azlığı, yeniden bir hükümet bunalımı yaşama olasılığı gibi nedenler de dillendirilmektedir. Kuşkusuz tüm bunlar seçmen hareketini etkileyen faktörler içerisindedir.

Terör Olayları Neden İktidarları Olumsuz Etkilemez?
Tamamen olumsuz etkilemez diyemeyiz ancak sosyal psikoloji kuramları (özellikle Dehşet Yönetimi Kuramı) insanların ölümlü olduklarına dair farkındalıklarının yarattığı ölüm korkusunun (dehşet), özsaygı ve/veya kültürel dünya görüşüne artan bir aidiyetle bağlanma isteğiyle hafifletilebileceğini ileri sürmektedir. Diğer bir ifadeyle, eğer yaşadığınız ülkede, çevrede ölüm, özellikle de sizi de tehdit etme özelliği yüksek olan bir belirsizlikle birlikte varoluyorsa, bu korkunun yaratacağı rahatsızlıkta kaçmak isteyeceksiniz. Burada önemli olan sadece sizin çevrenizdeki insanların ölümü nedeniyle travma yaşamanız, üzülmeniz, öfkelenmeniz değildir; bu ölümler size de sizin ölümlü olduğunuzu yeniden hatırlatır. Bu dehşetten kurtulmanın iki yolu vardır: (1) kendinizi bu dünya üzerinde değerli bir varlık olarak tanımlıyorsanız, özsaygınız yüksekse, ya da daha basit bir tanımla birey olarak kendinizi güçlü hissediyorsanız, ölüm farkındalığının yaşatacağı dehşet daha düşük olacaktır ya da (2) eğer siz kendinizi o kadar güçlü hissetmiyor olsanız bile, size bu gücü yaşatacak bir grubun üyesi olmak yeterli olacaktır.

Tahminen kitlesel oy hareketlerinin olduğu grup ikinci gruptur. Bireysel özellikleri sayesinde yaşadığı dehşetle istediği kadar sağlıklı bir şekilde başedemeyen bir seçmenin, kendisini, kendi varoluş algısını korumak için güçlü bir gruba ihtiyacı vardır. Bu güçlü grup her zaman bir siyasi parti olmak zorunda değildir kuşkusuz, çoğu zaman futbol takımı taraftarlığı da aynı etkiyi yaratacaktır, hatta daha küçük grupların (dernekler, sendikalar gibi) üyesi olmak ve oradaki insanlar da “biz birlikteyiz, yalnız değiliz” mesajı almak da işe yarayacaktır. Ancak, kuvvetli bir siyasi irade, özellikle söz konusu ölüm dehşeti genel ve belirsiz bir konuyla ilgiliyse (terör gibi) insanların kendisine sarılması için daha iyi bir aktör olacaktır. 11 Eylül olaylarından sonra Amerikan seçmeninin bir kere daha (süpriz olarak) George W. Bush’u başkan olarak seçmesini belki de bu durumun en iyi örneklerinden birisidir. Hareket kabiliyeti olan seçmen, daha önce bir siyasi partiye mutlak bir bağlılık içinde kendisini tanımlamadıysa, ortamda dehşet varken yakınlaşmak isteyeceği yer potansiyel iktidar olacaktır. Aslında, bu davranış özelliği diğer partileri de kapsıyor, ideolojik olarak kendisini bir partinin “neferi” olarak tanımlayan seçmenlerin kendi partilerine yapışması kaçınılmazdır, diğer bir ifadeyle kemik oylar yerinde ve daha sağlam bir şekilde durur. Seçim sonucunu etkileyenler ise yazının başında belirtilen hareket halindeki “kararsız” seçmendir. Onlar bir liman aramaktadır ve ortamda ölüm tehlikesi varken, doğal olarak en büyük (en güvenilir) limanı tercih edeceklerdir.

Kısaca şöyle özetleyebiliriz: Herhangi bir ülkede, artan ölüm olayları (terör, doğal afetler ya da benzeri belirsizlik potansiyeli yüksek nedenlerden kaynaklanlar başta olmak üzere) seçmenleri oy verme davranışı üzerinde etkili olabilir. Özellikle kuvvetli bir ideolojik bağlılığı olmayan, görece daha düşük sosya ekonomik düzeyde ve görece daha düşük eğitim seviyesindeki seçmenler, kendi yaşadıkları dehşetten (ölüm farkındalığının yarattığı korkudan) kurtulmak için sistemdeki en kuvvetli siyasi partiye oy verme eğiliminde olacaklardır. Belirsiz bir dünyada, daha fazla belirsizlik yaşamamak için en iyi seçim, onlar için, iktidar partisi olacaktır.

Şikayetçi ama Hala İktidara Oy Veriyor

Oy verme davranışının, siyasi yorumcular açısından, en anlaşılmaz noktalarından birisi de budur: Seçimden önce sürekli şikayet edilen, uygulamaları beğenilmeyen, hatta örneği abartalım, kendilerine direkt olarak kötülük yapan bir iktidarın bir sonraki seçimde aynı seçmenlerden yeniden oy alması tuhaf bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. “Celladına aşık olmak” gibi tanımlanan bu durumu da açıklamak için sosyal psikoloji bize biraz yardımcı olabilir.

“Celladına aşık olmak” tabiri biraz abartılıdır ama şöyle bir ifade kullanırsak belki gerçeğe biraz daha yaklaşabiliriz: Bireyler, süregiden sistemde ekonomik, sosyal ya da kişisel zarara uğruyor olsa bile sistemin devamını arzulamaktadırlar ve bunu gerçekleştirmek için meşrulaştırma yönünde hareket etmektedirler. Diğer bir deyişle, toplumda azınlıkta olan dezavantajlı gruplar bile, söz konusu olan kendilerinin zarar gördüğü sistemin değişmesi ise, bu değişime direnç göstermektedirler. Çünkü, değişim olursa ne yapacakları, nasıl davranacakları konusunda hiçbir fikirleri yoktur.

Sistemi Meşrulaştırma Kuramı adı verilen bu kurama göre insanlar şikayet gerekçeleri ortadan kalktığı için aynı sisteme (partiye) oy vermiyorlar, şikayetleri devam ediyor ama olası bir değişimin nelere yol açacağı konusunda en ufak bir fikirleri yok. Bu belirsizliğin yarattığı endişe ve korku, yaşadıkları olumsuzluklardan çok daha kuvvetli. Araştırmalar özellikle sosya ekonomik düzeyi düşük sağ seçmenin diğer seçmen grupların göre sistemi meşrulaştırma konusunda daha hevesli olduğunu göstermektedir. Değişimin maddi zorluğu (fakirlik) muhafazakarlık ile birleşince karşımıza iktidarlar açısından daha “uysal” bir seçmen modeli çıkıyor. Muhafazakar olmasına rağmen, sosyo ekonomik durumu gelişmiş bireylerin daha rahat hareket edebildiğini, tutum ve davranışlarını (oy verme davranışı gibi) daha rahat değiştirebildiklerini söyleyebiliriz.

Kısaca şöyle özetleyebiliriz: Herhangi bir ülkede, artan ölüm olayları (terör, doğal afetler ya da benzeri belirsizlik potansiyeli yüksek nedenlerden kaynaklanlar başta olmak üzere) seçmenleri oy verme davranışı üzerinde etkili olabilir. Bu olayların yarattığı belirsizlik ortamı bireylerdeki varolan güvensizlik algısını artıracaktır. Bu algının tahribatından kurtulmak için seçmen “bir macera aramak” yerine ne kadar sorunlu olursa olsun kendi bildiği ve deneyimlediği statükoyu tercih edecektir. Şu veya bu şekilde halihazırdaki statükoyla nasıl başedeceğini öğrenen seçmenin yeni bir statükoyu tercih etmesi için gerçekten olağansüstü bir durum gerekmektedir.

Neler Yapılabilir?

Yukarıdaki iki kuramın işaret ettiği noktalar genel olarak muhalefet partileri için iyimser bir tablo ortaya koymuyor gibi görünebilir. Her siyasi partinin kendi programını uygulama isteğini ve bu konudaki samimiyetini bir önkabul olarak ele alırsak, partilerin kendilerini seçmene anlatması tabii ki oldukça önemli ve etkilidir. Ancak asıl önemli olan, hareket kabiliyetine sahip seçmen grubunun, olası değişikliklerde ne yaşanacağı konusunda kafasında olan belirsizliği gidermeye çalışmaktır. Eğer seçmen, statüko değiştiğinde de dünyanın dönmeye devam edeceğine ikna olursa, kendi seçimini de ona göre ayarlayabilir.

“Kendi kararlarını özgürce ve rahatça veren bir seçmen” gibi ideal bir beklentimiz varsa açıkcası bunun hemen hemen tek yolu, insanların kendilerinin değerli olduğunu bildikleri bir ülkede / dünyada yaşadıklarına inanmalarıdır. Ambulansın sedyesine yatarken bile sedyeyi kirletmekten korkan bir vatandaşın davranışı çok hüzünlü ve hatta çok anlamlı da gelebilir ama aslında kendisini maalesef çok değerli görmediğinin de bir kanıtıdır. O vatandaş rahatça sedyeye ayağını koyduğunda belki “ideal seçmen”e de ulaşmış olacağız.

Kaynaklar

Jost, J. T., Glaser, J., Kruglanski, A. W. ve Sulloway, F. (2003). Political conservatism as a motivated social cognition. Psychological Bulletin, 129, 339-375.

Kökdemir, D. ve Yeniçeri, Z. (2010). Terror management in a predominantly Muslim country: The effects of mortality salience on university identity and on preference for the development of international relations. European Psychologist, 15(3), 165-174.

Pyszczynski, T. A., Solomon, S. ve Greenberg, J. (2003). In the wake of 9/11: The psychology of terror. New York: American Psychological Association.

Ülke Boyu Yalnızlık

Doğan Kökdemir, PhD
Ankara

Biz yalnızız bu ülkede.

Kim olduğumuzun, nerede yaşadığımızın, neye inanıp inamadığımızın, yaşımızın, cinsiyetimizin, mesleğimizin, hangi yemeği sevdiğimizin, günde kaç saat uyuduğumuzun, saç rengimizin, hangi müziği dinlediğimizin önemi yok.

Biz bu ülkede kocaman bir yalnızlığız.

Birileri var hayatımızın içinde izinsiz bizden. Omuz üstü melekleri gibi (ama belli ki kötü niyetli olanlardan), her dakika fısıldıyor bize ne yapmamız gerektiğini. Evet birileri, yani bir takım insanlar, yani bizim gibi canlı varlıklar, bizim gibi fiziksel özellikleri olan, “süperinsan” olmayan normal, sıradan, alalade insanlar bize fısıldıyor “şunu yap, bunu yapma” diye.

O kadar yalnızız ki “hayır” diyemiyoruz.
O kadar yalnızız ki “ama ben…” diye mırıldanamıyoruz bile.

Bir tek, bir tane, sadece bir (sayıyla 1) yaşamımız var.
Kısa, çok kısa, kısacık.
Yeni “can” kazanacak puanlarımızın olmadığı tek bir yaşamımız var.
Ama o kadar yalnızız ki, onun kontrolünü bile vermişiz o birilerine.

“Sen kimsin?” bile diyemiyoruz.
Asıl söylememiz gereken “Ulan sen kimsin?” iken.

Biz yalnızız bu ülkede.
Biz bu ülkede kocaman bir yalnızlığız.

Çevremizde simsiyah bir cehalet, bok rengi bir kalitesizlik, kan kırmızısı bir şiddet varken bile “aman bize elitist” demesinler diye midir nedir bilinmez gıkımız bile çıkmıyor, canımızı çürük dişli vampiler gibi emmeye kalkan soytarılardan. Uzaktan bakıp “offf”lamaktan başka bir şey gelmiyor elimizden.

O kadar yalnızız ki bu ülkede.
Gidecek gücümüz bile yok.
Haklı olduğumuzu bile bile ölüp gideceğiz belki.
Haklı ama yalnız öleceğiz.

Bizimle birlikte yalnızlığı üzerimize örten bu ülke de ölecek ama kime ne bundan?