Cloud Atlas

Yönetmen: Tom Tykwer, Andy Wachowski, Lana Wachowski
Senaryo: David Mitchell (roman), Lana Wachowski, Tom Tkywer, Andy Wachowski
Yapım Yılı: 2012, Almanya, ABD, Hong Kong, Singapur
Türkçe Adı: Bulut Atlası
Oynayanlar:
Tom Hanks, Halle Berry, Jim Broadbent, Hugo Weaving, Jim Sturgess, Doona Bae, Ben Whishaw, Keith David, James D’Arcy, Xun Zhou, David Gyasi, Susan Sarandon, Hugh Grant, Robert Fyfe, Martin Wuttke, Robin Morrissey, Brody Nicholas Lee, Ian van Temperley, Amanda Walker

İlginç bir şekilde olması gerekenden daha az ses getiren bir film olan Cloud Atlas, Tom Tykwer ve Wachowski kardeşlerin imzasını taşıyor. Böyle bir film için de Matrix‘in yönetmenlerinden daha iyi bir seçim olamazdı herhalde. Film tam bir yıldızlar geçidi; Tom Hanks, Halle Berry, Hugh Grant gibi isimler birbirinden çok farklı rollerde karşımıza çıkıyorlar. Aynı filmin içinde bu yıldızları farklı rollerde ve üstelik bu kadar başarılı performanslarla seyretmek gerçekten çok keyif verici.

Filmin kahramanlarından Sonmi-451 (Doona Bae), bize filmin hikayesini şu şekilde özetliyor: “… Our lives are not our own. We are bound to others. Past and present. And by each crime; and every kindness we birth our future… from womb to tomb, our lives are not our own…” | “… Yaşamlarımız bize ait değil. Diğerlerine bağlıyız. Geçmişte ve gelecekte. Ve her bir suçta; ve her bir nezakette geleceğimizi ortaya çıkarırız… beşikten mezara, yaşamlarımız bize ait değil…” Sonmi-451, gelecekte bir kahraman ve boynundaki kuyrukluyıldıza benzeyen doğum lekesi, kendisinden binlerce yıl önce yaşamış başka insanlarda da var. Bütün bu insanlar şu veya bu şekilde birbirlerine bağlılar; onların hayatlarında ne yaptıkları ya da yapamadıkları, ne kadar yaşadıkları, ne zaman ve nasıl öldükleri sadece onların geleceğini değil tüm bir dünyanın varoluşunun nasıl olacağını belirliyor.

Oldukça karmaşık ve zor bir öykü kurgusunda devam eden Cloud Atlas, bize bireysel olarak hem çok anlamlı hem de bir o kadar anlamsız olduğumuz gösteren bir film. Sadece halihazırda hayatımızda olan diğer insanlarla değil dünyanın geçmişi ve geleceği ile kurduğumuz (ve farkında olmadığımız) bağlantı gözler önüne seriliyor. Varoluşu bu kez bireysel olarak değil evrensel ve zamandan / mekandan bağımsız olarak sorgulamak isteyenler için güzel bir film. Karışık yapısı nedeni ile ortalama bir sinema seyircisini tatmin etmeyebilir ama uzun süredir “değişik” bir film arayanların kaçırmaması gereken bir film.

IMDB Sayfası
Filmin Resmi İnternet Sitesi

Le Scaphandre et le Papillon

Yönetmen: Julian Schnabel
Senaryo: Ronald Harwood, Jean-Dominique Bauby
Yapım Yılı: 2007, Fransa
İngilizce İsmi: The Diving Bell and the Butterfly
Türkçe İsmi: Dalgıç ve Kelebek
Oynayanlar: Mathieu Amalric, Emmanuelle Seigner, Marie-Josée Croze, Anne Consigny, Patrick Chesnais, Niels Arestrup, Olatz Lopez Garmendia, Jean-Pierre Cassel, Marina Hands, Max von Sydow, Gérard Watkins, Théo Sampaio, Fiorella Campanella, Talina Boyacı, Isaach De Bankolé


Dünyaca ünlü Elle dergisinin yine bir o kadar ünlü editörü Jean-Dominique Bauby‘nin yaşama göz kırpışının gerçek, dramatik bir hikayesi var. Jean-Dominique Bauby ya da arkadaşlarının adlandırmasıyla Jean-Do, locked-in syndrome adı verilen bir felç durumu ile karşı karşıyadır. Hastanede sağlam olan tek gözünü açtığında hiçbir şey hatırlamıyordur. Sol gözü hariç hareket edebilen hiç bir dokusu yoktur ve bu nedenle konuşamıyordur da. Jean-Do‘nun yaşadığı çaresizlik gerçekten korkutucudur. Film, dünyayı bize uzun süre Jean-Do‘nun tek gözünden iletiyor. Sadece seyirci olmamıza rağmen kahramanımızın yaşadığı engellenmişlik duygusunu rahatlıkla biz de hissediyoruz. Filmin hemen başlarında, böyle bir kamera kullanımı biraz rahatsız etse de daha sonra hissettiğimiz sıkıntının aslında bir insanın hayatının özeti olduğunu farketmek daha da rahatsız edici oluyor. Jean-Do hareket edemiyor, yiyemiyor, konuşamıyor, tam karşısında durmazsanız sizi göremiyor da. Hareket ettirebildiği tek gözü ve onu istemli kırpabilme becerisi dışında hayatta olduğuna dair tek bir kanıt yok gibi. Çocuklarını hala seviyor, çevresindeki kadınlar hala güzeller, hala anıları canlı. Kendisinin de dediği gibi “sadece iki şey felç olmuyor: hayaller ve anılar“.

Henriette Roi (Marie-Josée Croze), Jean-Do için bir şeyler yapmaya çalışan bir uzman. Önceleri sadece basit “evet / hayır” iletişimi ile başlıyorlar: Jean-Do “Evet” için gözünü bir kere kırparken, “hayır” için iki kere hızlıca sol gözünü kırpıyor. Daha sonra Henriette, gerçekten sabır ve uzun çalışma gerektiren yeni bir yöntemi uygulamaya başlıyor. Harfleri Fransızcada kullanılma sıklığına göre bir karta yazıyor (yukarıdaki fotoğraf), daha sonra “E” harfinden başlayarak sayıyor. Jean-Do, ne söylemek istiyorsa, ilgili harf geldiğinde gözünü bir kere kırparak Henriette’i durduruyor… sonra kelimenin ikinci harfine geçiyorlar. Bütün kelimeler ve cümleler harf – harf eklenerek Jean-Do’nun “konuşması” sağlanıyor. Tahmin edebileceğiniz gibi bu süreç hem çok zor hem de iletişimde olanlar için ciddi bir çaba ve sabır gerektiriyor. Doğal olarak Henriette yakın zamanda harflere artık bakmadan bütün bir kartı okuyabiliyor ama Jean-Do ile yeni iletişime girecek olan herkes için süreç çok ama çok yavaş. Bütün bu sıkıntılı sürece rağmen sonunda Jean-Do artık “konuşuyordur”.

Filmin senaristlerine baktığınızda aralarında Jean-Dominique Bauby‘nin de ismini göreceksiniz. Jean-Do, filmin yapımına kadar yaşayamadı ancak senarist Ronald Harwood’a hikayeyi anlatması için tam bir hazine bıraktı: Kendi yazdığı kitabı. Film, bu kitabın yazılış öyküsünü anlatıyor. Jean-Do için kendisi su altında hareket edemeyen ama bilinci açık bir dalgıçtır, diğer insanlar ise özgürce kanat çırpan kelebekler. Bu iki dünya arasındaki ilişkiyi ve belki de tezatı anlatan bir kitap yazmak ister. Sadece sağlam olan tek gözünü kırpabilen bir adamın kendi hikayesini yazıya dökmesinin tek yolu vardır, o da Henriette’nin öğrettiği yöntemle düşüncelerini harf harf aktarmak ve yazılmasını sağlamak. Jean-Do çevresindeki insanların da yardımıyla bunu yapar, kitabını bititir. Kitap bittikten 10 gün sonra da ölür.

Gerçek hikayeleri anlatan filmlerde mutlu bir son (en azından klasik anlamda mutlu bir son) bulmak çok zor. Jean-Do‘nun hikayesine “mutsuz” sıfatını eklememiz belki de çok büyük bir haksızlık olacaktır. Çünkü o, diğer milyonlarca insanın aksine hayatının en önemli amaçlarından birisini – çok zor da olsa – yerine getirmeye başardı. Biz günlük yaşantılarımızın içerisinde hayatımızdaki dakikaları kelimenin tam anlamıyla harcarken Jean-Do kısa olan ömrünü bir zaferle taçlandırdı. Bu açıdan kıskanılacak bir adamdır Jean-Do.

Filmde üç isim özellikle ön plana çıkıyor. Jean-Do’yu oynayan Mathieu Amalric, Henriette rolündeki Marie-Josée Croze ve Jean-Do‘nun babası rolünde izlediğimiz Max von Sydow. Baba ve oğul arasındaki son telefon görüşmesi filmin en önemli sahnelerinden birisi olarak belleklere kazınacaktır. Max von Sydow, iyi bir oyuncunun ne demek olduğunu görmek için seyredilmesi gereken bir aktör.

IMDB sayfası

The Bucket List (Şimdi Ya Da Asla)

Yönetmen: Rob Reiner
Senaryo:
Justin Zackham
Yapım Yılı:
2007, ABD
Oyuncular:
Jack Nicholson, Morgan Freeman, Sean Hayes, Beverly Todd, Rob Morrow, Alfonso Freeman, Rowena King, Annton Berry Jr., Verda Bridges, Destiny Brownridge, Brian Copeland, Ian Anthony Dale, Jennifer Defrancisco, Angela Gardner, Noel Gugliemi

En fazla 1 yıl ömürleri kaldığı söylenen iki yaşlı kanser hastasının, ölmeden önce yapmak istedikleri işler peşinden koşmalarının anlatıldığı The Bucket List, Jack Nicholson‘ın (Edward Cole) her zamanki gibi muhteşem oyunu ve Morgan Freeman‘in (Carter Chambers) buna eşlik etmesiyle zaman zaman eğlenceli ama çoğunlukla hüzünlü bir seyre dönüşüyor. Edward, oldukça zengin, başarılı bir iş adamıdır. Carter ise hayatta pek çok şey yapmak (örneğin tarih profesörü olmak) istemesine rağmen erken evliliği ve doğacak olan ilk çocuğuna bakma sorumluluğu nedeni ile hemen çalışmaya başlamak zorunda kalan bir adamdır. Bu iki huysuz ihtiyarın yolu, Edward’ın sahibi olduğu hastanede kesişir. İkisi de ileri derecede kanser hastası olan bu ihtiyarlar, kendilerine önerilen deneysel tedaviyi kabul etmeyerek, hayatlarında yarım kalmış isteklerini gerçekleştirmek için birlikte yolculuğa çıkarlar. Fransa’dan Tibet’e kadar uzayan bu yolculuk kendilerini de yeniden keşfetmelerini talep eden bir maceraya dönüşür.

Filmde komedi ve dram dengesi oldukça başarılı yönetilmiş. Hatta komedinin içinde bile yer alan dramatik diyaloglar filmi hem olması gerektiği kadar ciddi yapmış hem de karanlık bir film olmaktan kurtarmış. Her iki oyuncu da filme hakkını veriyor ama Jack Nicholson‘ın artık devleşen oyunculuk gücü inanılmaz. Sadece onun için bile seyredilebilir bir film.

Filmden iki önemli sahne:
(1) Açılış – Filmin açılış sahnesi, hayatın ve ölümün anlamı üzerine ufak bir not.
(2) Piramitler – Aynı konuda Mısır uygarlığının inancındaki en temel soru tartışılıyor.

IMDB Sayfası
Filmin Resmi İnternet Sitesi