Ölüme Dokunanlar

Bazı insanlar güzel yaşarlar.
Acımasızdır ama güzel yaşayan insanlara daha çok yakışır ölüm.

Eşinin ardından hayata gözlerin yuman usta bir sanatçı Meral Okay, kendisini tanıyanların zihinlerinde tarifsiz bir acı bıraktı muhakkak. Biz tanımayanların boğazında ise koca bir yumru. Ölen her insana üzülürüz, doğaldır bu ancak bazı insanların kaybına üzülürken farklı bir şeyler hissedersiniz. Boğanızdaki o yumrunun içerisindedir cevabı da… çıkaracak gücümüz var mıdır acaba?

Aynı eşi Yaman Okay gibi, Meral Okay’ın da acelesi varmış ki dolu dolu yaşadı.

Tutku dolu bir adamdı” demişti Yaman’ının ardından, “tutku dolu bir adam“. Çok genç yaşta kaybettiği sevgisinin ardından onun da aklına gelmiştir mutlaka hemen ardından koşmak ölüme doğru. Belli ki bir şey durdurmuş Meral’i, yaşamaya devam etmiş, belli ki tutku dolu adamını o yokken de sevebilmek için yaşamayı seçmiş. Onun için demedi mi zaten “ölü birini sevmek çok zor” diye. Zordu, zordur… bundan kuşku duymak anlamsız, zordur ama ne güzeldir birini öldükten sonra bile sevebilmek. Yaşarken ikisi de birbirilerin hücrelerinde varolan Yaman ve Meral, Yaman terk edip gidince bu dünyayı Meral’de birleştiler belli ki… umarım şimdi de sonsuzlukta.

Aşk kendinden vazgeçme halidir demiş Meral Okay. Ne kadar güzel bir tanımlama. Bir başkası için ya da belki de “tek” olmak için kendinden vazgeçme hali. Halbuki yorucudur kendinden vazgeçmek, insan hep kendi hayatının ipleri kendi elinde olsun istemez mi? Kendisi olmak, kendi kararlarını kendisi vermek, kendisi başarmak ya da kendisi yenilmek istermez mi? İster. Güzel yürekli Meral’in bahsettiği vazgeçme bu değildir ki zaten. Bakın devamında ne der: “… kendi benliğini ezmeden ‘biz’ olma halidir aşk…“. “Biz olma hali”… tarihin her kıvrımında, romantik her adamın ve her kadının aradığı “biz olma hali”, “tek olma hali”, “çok olma hali”. Ölüme henüz dokunmaması gereken Yaman’ın ve Meral’in bize verdiği derstir bu oluşlar. Kalplerin hızlı atışından daha fazlasından bahsediyor ikisi de. Hayatta varolan iki farklı insanın tarihin ve zamanın belirsiz bir döneminde, bu absurd dünyanın saçma sapan bir köşesinde bir an için bile olsa “tek” olmaktan bahsediyorlar. Ne geçmişteki yaşamlar var bunun içinde ne de geleceğe yönelik planlar. “Tek” olabildiğiniz insan da “tek”tir, beğenseniz de beğenmeseniz de “tek”tir.

Sırf sen sevdiğin için her seferinde aynı çiçeği alan adamın tutkusudur bahsettiğimiz ya da sırf sen sevdiğin için parmak uçlarıyla yüzüne dokunan kadının narinliğidir, “tek olmak” her şeye inat “çok olmak”tır aslında. Yaman Meral için oldu bunu ve belli ki Meral de Yaman için. O yüzden ölüme dokunan bu güzel yüreklerin hikayesi boğazınızda bırakıyor koca bir yumru. Sadece ölümün karanlığı ya da korkusu değil içinizdeki, Orhan Veli’nin dizeleridir gözünüzün önündeki o hüzünlü sis:

Benim, bardağın , sürahinin ,
Önümüzdesin ; rengin uçmuş,
Bu ; eski , sevdiğim bir duruş
Elin , içinde benimkinin.

İçelim! Madem ömrümüz hoş
Geçmiş , tatmamışız ayrılık ;
Madem ne bardağımız kırık,
Madem ne sürahimiz boş.

Bir gün ikimizden birimiz
İçmek veya doldurmak için
Burada olmayabiliriz.

Yaşama ait her şeyi onarmak mümkündür; her korkutucu sorun eninde sonunda geçer gider. Her kötü anın mutlaka bir bitişi vardır. Yaman, Meral’e; Meral, Yaman’a kavuşabildikten sonra ölüme dokunmak bile güzeldir.

Bazı insanlar güzel yaşarlar.
Acımasızdır ama güzel yaşayan insanlara daha çok yakışır ölüm.

Extremely Loud & Incredibly Close

Yönetmen: Stephen Daldry
Senaryo: Eric Roth ve Jonathan Safran Foer (roman)
Türkçe Adı: Çok Gürültülü ve Çok Yakın
Yapım Yılı: 2011, ABD
Oynayanlar: Thomas Horn, Tom Hanks, Sandra Bullock, Zoe Caldwell, Dennis Hearn, Paul Klementowicz, Julian Tepper, Caleb Reynolds, John Goodman, Max von Sydow, Stephen Henderson, Lorna Pruce, Viola Davis, Jeffrey Wright, Hazelle Goodman

Extremely Loud & Incredibly Close, küçük bir yıldızın, Oskar Schell rolündeki Thomas Horn’un seyirciyi allak bullak ettiği bir film. Thomas Horn o kadar başarılı ki, Tom Hanks, Sandra Bullock, Max von Sydow gibi yıldızlar bile onun önüne geçemiyor. Umarım bu genç yıldızı ileride de farklı filmlerde aynı başarıda seyretme şansı buluruz.

9 yaşındaki küçük Oskar, babasına hayran, onu model alan ve dünyada olup biten her şeyi merak eden zeki bir çocuktur. Baba ve oğlu arasındaki ilişki sadece karşılıklı bir sevgi ilişkisi değil aynı zamanda entelektüel bir alışveriştir. Bu güzel ilişki 11 Eylül 2001’de, Dünya Ticaret Merkezine yapılan saldırı ile kısmen biter. Çünkü baba Thomas Schell (Tom Hanks) saldırının yapıldığı saatlerde gökdelenin 106. Katında toplantıdadır. Evi 6 kez arayan Thomas Schell’in amacı kötü bir şey olmadan önce son bir kere daha oğluyla görüşebilmektir ama bu dileğini gerçekleştiremez. Film, babasının ölümüyle sarsılan ve kendine özgü bir yas süreci içerisinde karşılaştığı bu travmayla baş etmeye çalışan küçük bir çocuğun hikayesini bize aktarır. Babasının dolabında, mavi bir vazonun içinde bulduğu bir anahtarın hangi kilidi açacağını bulmak isterken babasına yaklaşan ama aynı anda annesinden de uzaklaşan Oskar’ın işi oldukça zordur. Anahtarın hangi kilidir açtığını bulabilmek üzere pek de alışık olmadığı şekilde onlarca insanla iletişim kurmak zorundadır.

Arayış ve yolculuk temaları filmlerde ve romanlarda sıklıkla kullanılan konular arasındadır. Bu filmde de başından sonuna kadar çetrefilli, zorlu ve heyecanlı bir arayışa ortak oluyoruz. Oskar, babasının dolabında bulduğu anahtarın hangi kilidi açtığını ararken her adımda babasına biraz daha yaklaşır. Belki de onun ölmediğini düşünmenin ya da öldüğünü düşünmemenin etkin bir yoludur bu arayış. Karşılaştığı her yeni insan ve tanık olduğu her farklı yeni kayıp aslında onu aynı zamanda rahatladır da. Gizemli yaşlı adam “Kiracı” (The Renter, Max von Sydow), örneğin, sesini kaybetmiştir ve sessizliğine rağmen ile Oskar’a yardım edecektir.

Bu film, 9 yaşındaki bir çocuğun yas sürecini çok güzel anlatıyor. Babaların çocuklarını seven adamlardan daha fazla bir anlama geldiğini ya da gelebileceğini anlatırken, size de çocuğunuz varsa onu yoksa babanızı hatırlatıyor (ya da her ikisini birden). Bu nedenle filmi izlerken boğanızda sürekli kocaman bir düğüm olacağını baştan söyleyelim. Olayın merkezinde 11 Eylül olayları olmasına rağmen film herhangi bir politik argüman içermiyor; sadece anne Linda Schell’in (Sandra Bullock) “eşinin onu tanımayan insanlar tarafından öldürülmesine” yönelik isyanını paylaşıyorsunuz.

Extremely Loud & Incredibly Close, içerdiği onlarca psikolojik tema açısından çok zengin bir film. Hikaye kurgusu oldukça sıradışı ve süprizlerle dolu. Beklemediğiniz bir sürü olay oluyor ama bu olayların tamamı çok ince işlenmiş bir mantık zincirine dahil. Bu açıdan da oldukça doyurucu. Herkesin, ama baba olanların mutlaka seyretmesi gereken bir film.

IMDB Sayfası

Never Let Me Go

Yönetmen: Mark Romanek
Senaryo: Kazuo Ishiguro (roman), Alex Garland
Türkçe Adı: Beni Asla Bırakma
Yapım Yılı: 2010, İngiltere
Oynayanlar: Keira Knightley, Carey Mulligan, Andrew Garfield, Izzy Meikle-Small, Charlie Rowe, Ella Purnell, Charlotte Rampling, Sally Hawkins, Kate Bowes Renna, Hannah Sharp, Christina Carrafiell, Oliver Parsons, Luke Byrant, Fidelis Morgan, Damien Thomas, Nathalie Richard

Never Let Me Go, pek çok internet sitesinde dokunaklı bir aşk hikayesi olarak tanıtılıyor. Sanırım herhangi bir filme bu kadar büyük haksızlık yapılamaz. Evet, film içinde oldukça dokunaklı, dramatik ve tutkulu bir aşk hikayesi barındırıyor ancak filmin bütünü içerisinde aşk sadece detaylardan birisi ve emin olun en önemlisi değil. Belki de filmin duygusal olarak verdiği rahatsızlığı en aza indirecek yaklaşım onu bir aşk filmi olarak görmek. Çünkü film gerçekten rahatsız edici.

Konusundan bahsetmeden bir şeyler söylemek zor olduğu için potansiyel seyircileri bu cümlede uyarmak zorundayım çünkü filmin ve konusunun tamamen sizin için sır kalmasını istiyorsanız bundan sonrasını okumamanız gerekiyor (spoiler alert).

Never Let Me Go, zaman zaman gençlik filmlerinde de gördüğümüz tarzda ortodoks eğitim verdiği izlenimi doğuran ve otoriter kadınlar tarafından yönetilen yatılı bir İngiliz okulunda başlıyor. Okul şık ve disiplinli. Birbirine yakın olan 3 çocuk hemen dikkatimizi çekiyor: Kathy (Izzy Meikle-Small), Ruth (Ella Purnell) ve Tommy (Charlie Rowe). Tommy, arkadaşları tarafından pek tercih edilmeyen biraz yalnız bir çocuk olmakla birlikte her iki kızla arası iyi. Kathy ve Tommy arasından arkadaşlık – aşk arasında gidip gelen bir ilişki hissediyoruz ama romantik anlamda Tommy bir anda kendisine Ruth’u seçiyor ve uzun süren aşk ilişkileri başlamış oluyor. Okul temiz, düzenli, çocukların sağlıklarına oldukça özen gösterilen bir yer. Filmin başından bütün bu özenin nedeni standart İngiliz eğitimine bağlıyoruz ama okula yeni gelen ve sadece birkaç gün öğretmenlik / bakıcılık yapacak olan Miss Lucy (Sally Hawkins) hem çocuklara hem de bizlere şok edici gerçeği söylüyor: Burası bir donör okulu! Çocuklar 18 yaşında geldiğinde okuldan ayrılıyorlar ve organ bağışı için sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Diğer bir ifadeyle her çocuk diğer insanlar için neredeyse yedek parça olmak için yetiştirilen insanlar konumunda. Üstelik organ bağışının sınırı yok. Tahminen her bir çocuk en az 3 ameliyat geçirerek organları bağışlıyorlar ve sonra görevleri tamamlanmış oluyor (ölüyorlar). Bu acımasız bilgi bizi o kadar hazırlıksız yakalıyor ki Kathy, Ruth ve Tommy arasındaki ilişkiye artık aynı saflıkla bakmamız mümkün değil.

Çocuklar büyüdüğünde Ruth (Keira Knightley) ve Tommy (Andrew Garfield) arasındaki duygusal ilişkiye cinsellik de eklenir ama içten içe herkes aslında Tommy ile Kathy (Caren Mulligan) arasındaki aşkın hala “gerçek” bir aşk olduğunu biliyordur. Organ bağışçısı olan bu çocuklar arasındaki bir dedikodu birbirine gerçekten aşık çiftlerin söz konusu ameliyatları bir müddet erteleyebileceği yönündedir. Bunu başarabilecekler mi yoksa bu sadece bir şehir efsanesi mi bunu izleyicilerin merakına bırakalım. Daha da önemlisi bu 3 çocuk ölümden kurtulabilecekler mi?

Başkalarının hayatları için kendisini feda eden çocuklar… Bu biraz absurd konu her ne kadar başlarda bize yeterince tuhaf ve abartılı gelse de içimizdeki rahatsızlık hissi filmde anlatılan hikayenin bizden pek de uzakta olmadığını gösteriyor sanki. Sıradan bir fantastik hikayeye bakmıyor gibiyiz. Evet belki görünen anlamda diğer insanlara donör olmak için yetiştirilen çocuklar oldukça garip görünse de kendi hayatımızdan ne kadar farkı var sorusunu sormaya kalktığımızda rahatsızlık biraz daha artıyor. Biz de aynı Ruth, Tommy ve Kathy gibi başkalarının hayatlarını yaşamıyor muyuz zaten? Hangimiz gerçekten, tam anlamıyla özgür olduğunu ve sadece kendi hayatını yaşadığını söyleyebilir. Çevremizde sadece anne babasını mutlu etmek için ya da onlara “Hayır” diyemediği için istemediği hayatları yaşamak zorunda olan çocuklar yok mu? İçinde bulunduğu toplum ona söylediği için inandıklarına inanan, sevdiklerini seven hatta sıfırdan nefret yaratabilen yaratıklar değil miyiz?

Annem ne der? Babam kızar mı? Toplumun değerlerine uygun mu?… gibi sorular sorarken yaşam kayıp gidiyor.

IMDB Sayfası

Le Scaphandre et le Papillon

Yönetmen: Julian Schnabel
Senaryo: Ronald Harwood, Jean-Dominique Bauby
Yapım Yılı: 2007, Fransa
İngilizce İsmi: The Diving Bell and the Butterfly
Türkçe İsmi: Dalgıç ve Kelebek
Oynayanlar: Mathieu Amalric, Emmanuelle Seigner, Marie-Josée Croze, Anne Consigny, Patrick Chesnais, Niels Arestrup, Olatz Lopez Garmendia, Jean-Pierre Cassel, Marina Hands, Max von Sydow, Gérard Watkins, Théo Sampaio, Fiorella Campanella, Talina Boyacı, Isaach De Bankolé


Dünyaca ünlü Elle dergisinin yine bir o kadar ünlü editörü Jean-Dominique Bauby‘nin yaşama göz kırpışının gerçek, dramatik bir hikayesi var. Jean-Dominique Bauby ya da arkadaşlarının adlandırmasıyla Jean-Do, locked-in syndrome adı verilen bir felç durumu ile karşı karşıyadır. Hastanede sağlam olan tek gözünü açtığında hiçbir şey hatırlamıyordur. Sol gözü hariç hareket edebilen hiç bir dokusu yoktur ve bu nedenle konuşamıyordur da. Jean-Do‘nun yaşadığı çaresizlik gerçekten korkutucudur. Film, dünyayı bize uzun süre Jean-Do‘nun tek gözünden iletiyor. Sadece seyirci olmamıza rağmen kahramanımızın yaşadığı engellenmişlik duygusunu rahatlıkla biz de hissediyoruz. Filmin hemen başlarında, böyle bir kamera kullanımı biraz rahatsız etse de daha sonra hissettiğimiz sıkıntının aslında bir insanın hayatının özeti olduğunu farketmek daha da rahatsız edici oluyor. Jean-Do hareket edemiyor, yiyemiyor, konuşamıyor, tam karşısında durmazsanız sizi göremiyor da. Hareket ettirebildiği tek gözü ve onu istemli kırpabilme becerisi dışında hayatta olduğuna dair tek bir kanıt yok gibi. Çocuklarını hala seviyor, çevresindeki kadınlar hala güzeller, hala anıları canlı. Kendisinin de dediği gibi “sadece iki şey felç olmuyor: hayaller ve anılar“.

Henriette Roi (Marie-Josée Croze), Jean-Do için bir şeyler yapmaya çalışan bir uzman. Önceleri sadece basit “evet / hayır” iletişimi ile başlıyorlar: Jean-Do “Evet” için gözünü bir kere kırparken, “hayır” için iki kere hızlıca sol gözünü kırpıyor. Daha sonra Henriette, gerçekten sabır ve uzun çalışma gerektiren yeni bir yöntemi uygulamaya başlıyor. Harfleri Fransızcada kullanılma sıklığına göre bir karta yazıyor (yukarıdaki fotoğraf), daha sonra “E” harfinden başlayarak sayıyor. Jean-Do, ne söylemek istiyorsa, ilgili harf geldiğinde gözünü bir kere kırparak Henriette’i durduruyor… sonra kelimenin ikinci harfine geçiyorlar. Bütün kelimeler ve cümleler harf – harf eklenerek Jean-Do’nun “konuşması” sağlanıyor. Tahmin edebileceğiniz gibi bu süreç hem çok zor hem de iletişimde olanlar için ciddi bir çaba ve sabır gerektiriyor. Doğal olarak Henriette yakın zamanda harflere artık bakmadan bütün bir kartı okuyabiliyor ama Jean-Do ile yeni iletişime girecek olan herkes için süreç çok ama çok yavaş. Bütün bu sıkıntılı sürece rağmen sonunda Jean-Do artık “konuşuyordur”.

Filmin senaristlerine baktığınızda aralarında Jean-Dominique Bauby‘nin de ismini göreceksiniz. Jean-Do, filmin yapımına kadar yaşayamadı ancak senarist Ronald Harwood’a hikayeyi anlatması için tam bir hazine bıraktı: Kendi yazdığı kitabı. Film, bu kitabın yazılış öyküsünü anlatıyor. Jean-Do için kendisi su altında hareket edemeyen ama bilinci açık bir dalgıçtır, diğer insanlar ise özgürce kanat çırpan kelebekler. Bu iki dünya arasındaki ilişkiyi ve belki de tezatı anlatan bir kitap yazmak ister. Sadece sağlam olan tek gözünü kırpabilen bir adamın kendi hikayesini yazıya dökmesinin tek yolu vardır, o da Henriette’nin öğrettiği yöntemle düşüncelerini harf harf aktarmak ve yazılmasını sağlamak. Jean-Do çevresindeki insanların da yardımıyla bunu yapar, kitabını bititir. Kitap bittikten 10 gün sonra da ölür.

Gerçek hikayeleri anlatan filmlerde mutlu bir son (en azından klasik anlamda mutlu bir son) bulmak çok zor. Jean-Do‘nun hikayesine “mutsuz” sıfatını eklememiz belki de çok büyük bir haksızlık olacaktır. Çünkü o, diğer milyonlarca insanın aksine hayatının en önemli amaçlarından birisini – çok zor da olsa – yerine getirmeye başardı. Biz günlük yaşantılarımızın içerisinde hayatımızdaki dakikaları kelimenin tam anlamıyla harcarken Jean-Do kısa olan ömrünü bir zaferle taçlandırdı. Bu açıdan kıskanılacak bir adamdır Jean-Do.

Filmde üç isim özellikle ön plana çıkıyor. Jean-Do’yu oynayan Mathieu Amalric, Henriette rolündeki Marie-Josée Croze ve Jean-Do‘nun babası rolünde izlediğimiz Max von Sydow. Baba ve oğul arasındaki son telefon görüşmesi filmin en önemli sahnelerinden birisi olarak belleklere kazınacaktır. Max von Sydow, iyi bir oyuncunun ne demek olduğunu görmek için seyredilmesi gereken bir aktör.

IMDB sayfası

Kosmos

Yönetmen: Reha Erdem
Senaryo: Reha Erdem
Yapım Yılı: Türkiye, 2010
Oynayanlar: Sermet Yeşil, Türkü Turan, Saygın Soysal, Serkan Keskin, Nadir Sarıbacak, Suat Oktay Şenocak, Cüneyt Yalaz, Korel Kubilay, Sencer Sağdıç, Murat Deniz, Hakan Altuntaş, Akın Anlı, Asil Büyüközçelik

2010 yılında sessiz sedasız vizyona giren ve pek çok ödül olan Kosmos hakettiğinden daha az ilgi gören filmlerden birisi. Türk filmlerinin en azından sayı olarak inanılmaz bir grafiğe ulaştığı son yıllarda, görece daha farklı konulardan bahseden, anlaşılması zor ya da sinema seyircileri tarafından daha sanatsal bulunan filmlerin ses getirmemesine aslında alıştık. Türk filmleri söz konusu olduğunda, seyirciye komedi dışında bir şeyler sunmak galiba oldukça riskli.

Kosmos (Sermet Yeşil) ile filmin ilk sahnesiyle tanışıyoruz. Karların üzerinden koşarak ve aynı zamanda da ağlayarak küçük bir sınır şehrine (Kars) gelen Kosmos, hem görünüşü itibariyle hem de doğaüstü iyileştirme gücü ile tuhaf bir adamdır. Filmin hemen başında dereye düşmüş olan ve ölmüş gibi görünen ufak bir erkek çocuğunu hayata döndürür ve kıyıdan onu endişeli gözlerle izleyen genç kızla da (Neptün; Türkü Turan) böylelikle arkadaşlığı başlamış olur. Kosmos ve Neptün, cinselliğe hiçbir zaman ulaşmayan değişik bir aşk yaşarlar birbirleriyle. Ancak film sadece bu aşk üzerine kurulu değil; hatta filmin küçük bir bölümünün bu aşkı anlatıyor olduğunu bile söyleyebiliriz. Asıl hikaye Kosmos’un yaşam ve ölüm gibi kavramlarla ilgili düşünceleri ve bunları şehrin ahalisine yavaş yavaş anlatmasıdır. Filmin başından sonuna kadar Kosmos’un yarattığı mucizelerin ne kadar gerçek, ne kadar yanıltma olduğu sorusu hep aklınızda kalıyor. Mucizler olduğu doğru ama karakter o kadar güzel tasarlanmış ki, doğaüstü güçleri olan kudretli bir kahramandan çok, olan biteni anlamaya ve gördüklerini anlatmaya çalışan bir çocuğu izliyoruz. Sadece çay içen ve kesme şeker yiyerek beslenen bu çocuk, varoluşçuların bulantı olarak tanımladığı bir hissi yaşıyor gibi. Hayvanlarla insanların aslında aynı şeyleri yaşadığını söylerken ya da her şeyin tabiatta bir yeri olduğunu ve onu bulmaya çalıştığını iddia ederken tam bir filozof havasına bürünüyor ama karşısına Neptün çıktığında bütün o filozof hava kayboluyor ve onu görebilen birisini bulmanın heyecanı ile çıldırasıya keyifleniyor.

Reha Erdem, filmin görüntülerinin seçiminde daha çok fotoğrafçı gibi davranmış. Gerçekten de öyle görüntüler ve sahneler var ki, çok iyi bir fotoğrafçının elinden çıkmış gibi iyi düşünülmüş ve ayarlanmış görünüyor. Bu, bazı sahnelerde biraz durağanlık ve tekrar yaratıyor olsa da, bir bütün olarak bakıldığında görüntüleri seyredenlerin belleğine kazıyor. Filmde şehrin adı verilmiyor, ancak komşu (ve düşman görünen) başka bir ülkeyle sınır olduğu bilgisini alıyoruz. Zaten bu nedenle şehirde sınırın açılmasını isteyen ve istemeyen grupların da ayrıca mücadelesi var. Filmin ortalarına doğru Mehmet Aksoy‘un ucube polemiğine konu olan İnsanlık Anıtı‘nı görünce o ana kadar oluşturduğunuz kanının doğru olduğunu farkediyorsunuz.

Kosmos, iyi düşünülmüş bir hikaye. Ben, kişisel olarak Kosmos karakterinin söylemlerini daha fazla duymak isterdim açıkcası. Konuştuğu yerlerde varoluş ve hiçlik kavramları hakkında çok güzel saptamalarda bulunuyor ama filmin içerisinde bu tür konuşmaların süresi çok yeterli gelmedi bana. Ek olarak, karakterin Allah inancı net olarak verilmiş ama bu kadar çok sorgulayan bir karakterin zaman zaman kolaya kaçıp cevapları Yaratıcı’da arıyor olması sanki biraz abartılmış gibi geldi bana. Ancak yine de çok ciddi bir tutarsızlık olmadığını belirtmeliyim. Unutmadan Sermet Yeşil‘in Kosmos karakteri için çok ama çok iyi bir seçim olduğunu da ekleyelim.

Temposunu kaybetmeyen, izleyici merakta bırakan ve sadece görsel olarak değil seçilen müzikleriyle de etkileyici olan bir film. Arşivlerde olması gereken bir yapım.

IMDB Sayfası
Kosmos Filminin Resmi İnternet Sitesi

Doğan Kökdemir
dogan@kokdemir.info