Ülke Boyu Yalnızlık

Doğan Kökdemir, PhD
Ankara

Biz yalnızız bu ülkede.

Kim olduğumuzun, nerede yaşadığımızın, neye inanıp inamadığımızın, yaşımızın, cinsiyetimizin, mesleğimizin, hangi yemeği sevdiğimizin, günde kaç saat uyuduğumuzun, saç rengimizin, hangi müziği dinlediğimizin önemi yok.

Biz bu ülkede kocaman bir yalnızlığız.

Birileri var hayatımızın içinde izinsiz bizden. Omuz üstü melekleri gibi (ama belli ki kötü niyetli olanlardan), her dakika fısıldıyor bize ne yapmamız gerektiğini. Evet birileri, yani bir takım insanlar, yani bizim gibi canlı varlıklar, bizim gibi fiziksel özellikleri olan, “süperinsan” olmayan normal, sıradan, alalade insanlar bize fısıldıyor “şunu yap, bunu yapma” diye.

O kadar yalnızız ki “hayır” diyemiyoruz.
O kadar yalnızız ki “ama ben…” diye mırıldanamıyoruz bile.

Bir tek, bir tane, sadece bir (sayıyla 1) yaşamımız var.
Kısa, çok kısa, kısacık.
Yeni “can” kazanacak puanlarımızın olmadığı tek bir yaşamımız var.
Ama o kadar yalnızız ki, onun kontrolünü bile vermişiz o birilerine.

“Sen kimsin?” bile diyemiyoruz.
Asıl söylememiz gereken “Ulan sen kimsin?” iken.

Biz yalnızız bu ülkede.
Biz bu ülkede kocaman bir yalnızlığız.

Çevremizde simsiyah bir cehalet, bok rengi bir kalitesizlik, kan kırmızısı bir şiddet varken bile “aman bize elitist” demesinler diye midir nedir bilinmez gıkımız bile çıkmıyor, canımızı çürük dişli vampiler gibi emmeye kalkan soytarılardan. Uzaktan bakıp “offf”lamaktan başka bir şey gelmiyor elimizden.

O kadar yalnızız ki bu ülkede.
Gidecek gücümüz bile yok.
Haklı olduğumuzu bile bile ölüp gideceğiz belki.
Haklı ama yalnız öleceğiz.

Bizimle birlikte yalnızlığı üzerimize örten bu ülke de ölecek ama kime ne bundan?

Cumhuriyet Halk Partisi’nin İlk Kadın Genel Başkanı

En son mahalli seçimlerden önce Kadın Başkan adıyla bir yazı yazmış, mahalli idarelerin neden kadınlar elinde olması gerektiğini anlatmaya çalışmıştım. Neredeyse aradan 1 yıl geçti, bu süre zarfında sadece belediye başkanlarını değil hemen sonrasında Cumhurbaşkanını da seçtik. Sorunumuz hala sabit; siyaset sahnesinde kadınlar hala çok azlar ve açıkcası çoğalmaları da çok istenmiyor.

Kadın Başkan yazısına şu cümlelerl başlamıştım:Uluslararası Kadınların Demokrasi Merkezi isimli bir kuruluş, kadınların siyasete etkin olarak giriş tarihini 1756 olarak veriyor. Bu tarihte, ilk defa bir kadın, Lydia Chapin Taft, 3 kasaba toplantısında yasal olarak oy kullanabilmiş.

Athena ile Poseidon arasındaki çekişmede Atina halkı 1 oy farkla Athena’nın yanında yer aldığında, Poseidon Atina’yı sular altında bırakınca, halk öfkesinin doğal olarak Poseidon’a değil o 1 oy farkı yaratan kadına yöneltmişti. Bir sonraki adımda kadınların oy vermesinin pek de “iyi bir şey” olmadığına hükmetmişlerdi. İşte o zamandan bu yana kadınların siyaset sahnesinde yer alması evrimin en yavaş halkası oldu. Homo Erectus’tan Homo Sapiens’e geçişimiz bile daha kolay gerçekleşmiş gibi görünüyor.

Tarihi ve mitolojiyi bir kenara bırakacak olursak, yine bir seçimle karşı karşıyayız. Bu sefer ana muhalefet partisinde bir Genel Başkanlık yarışı olacak. Bu yazı kaleme alındığında, basında yer alan iki aday vardı ve ikisi de erkek: Kemal Kılıçdaroğlu ve Muharrem İnce.

Günümüzde sadece Türkiye’de değil, Türkiye’yi saran kuşağın büyük bir bölümünde çılgın bir muhafazakarlaşma eğilimi var. Bu eğilimin hedefindeki ilk “düşman” özgür, düşünen, kendi hayatıyla ilgili kendisi karar verebilen, sessiz kalmayan kadınlar. Hangi dini temel alırsa alsın dünyanın her yerinde tutucu akımların ilk hedefi hep kadınlar olur. Önce kıyafetlerine karışılır, sonra ne zaman nereye gideceğine, kaç çocuk doğurması gerektiğine, ne zaman konuşacağına, ne zaman susacağına ve sonunda da ne kadar yaşayacağına karışılır. Muhafazakar erkeklerin en büyük korkusu karşılarına çıkaca özgür kadınlardır. Çünkü bir muhafazakarın ve onun hükümdarının kendisini dinlemeyen, itaat etmeyen, kendi başına karar alan bir kadına tahammülü de yoktur açıkcası onun başedecek donanıma da sahip değildir. Bu nedenle muhafazakar iktidarların asıl hedefi kadınları mümkün olduğunca eğitimin, bilimin, sanatın, özgür düşüncenin dışına itmektir. Cahil olmaya zorlanmış bir kadın bu yöneticiler için harika bir kaynaktır. Kendisi gibi düşünen ve istisnalar hariç hiç itiraz etmeyecek kuşakların yetiştirilmesi için bu kadınlara ihtiyacı vardır. Özgür kadınlar ise şimdi değilse yarın, yarın değilse bir sonraki günü onu tahtından indirmeyi başarabilirler.

Özgür kadın aynı zamanda seçim yapan kadındır. Sadece evrimsel olarak bile düşünseniz, eş seçiminde karar verici olan özgür bir kadını “kendisine eş yapmak” isteyen bir erkeğin ortalamanın üzerinde gayret göstermesi gerekir. Halbuki itaat etmek zorunda bırakılan kadınların yaşadığı bir dünyada her erkek (maalesef her erkek) kendisine eş bulabilir ve bunun için nefes alması yeterlidir. Belki de bu yüzden muhafazakar liderler kadınlara “eş ararken çok da seçici olmayın” diyorlar bir anda. Seçim yapmak özgürlüktür, özgürlük ise itaat etmemek demektir.

Bu konularla ilgili çok uzun tartışmalar yapmak mümkün. Ancak ben izin verirseniz ana konuma dönmek istiyorum ve kısaca yazacağım: Cumhuriyet Halk Partisinin yeni Genel Başkanı bir kadın olmalıdır. Kim olacağının, ne kadar oy alabileceğinin belki kısa vadede önemi olabilir ama dünyanın pek çok yerinde, Ortadoğu’nun ise neredeyse tamamında kadınların özgürlüğüne yönelik bu kadar tehdit varken, ulusalcı/solcu, sosyalist/devrimci, liberal/devletçi gibi tartışmaları ancak ikinci derecede önemli buluyorum. Farklı dünya görüşleri, siyasi duruşları olan kadınların yarışmaları tabii ki harika olur ama asıl önemli olan sadece bu seferlik erkeklerin sahneden çekilmesi gerekliliğidir. Erkekler kötü ya da yetersiz olduğu için değil, kadınların var olduğunu yüksek sesle haykırmak için çekilmeliler. Madem ki bizim çepeçevre saran muhafazakarların en büyük korkusu kadın kahkası duymak, bütün ülkeyi bu kahkaha ile doldurmak gerekir.

“Eş Başkanlık” mı?
Sadece güzel ama samimiyetsiz bir vitrin. Bir kadının yönetimde olması için “eş başkanlığa” ihtiyacı yoktur. Kendi başına yönetebilir zaten.

Doğan Kökdemir, PhD
22 Ağustos, Ankara

Sosyal Haklar ve Karşılaştırılamazlık Prensibi

“İffet çok önemli. Sadece bir isim değil Kadın için de bir süstür, iffet. Erkek için de bir süstür. İffetli olacak. Erkek de olacak. Zampara olmayacak. Eşine bağlı olacak. Kadın ise o da iffetli olacak. Mahrem- namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak. Bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak, iffetini koruyacaksın”

Bülent Arınç (29 Temmuz 2014, Hürriyet)

Dünya büyük ve garip bir yer. En doğudan en batıya ya da en kuzeyden en güneye doğru yol aldığınızda sadece daha önce görmediğiniz yerlerle değil aynı zamanda bu yerlerde yaşayan ve alışkanlıkları, inançları, dünya görüşleri, dilleri, dinleri, renkleri, soluk alma hızları birbirinden farklı insanlarla karşılaşırsınız. Her bir topluluk, her bir küçük grup kendi sürdürdüğü yaşamı tek olmasa bile mutlak doğru olarak kabul etme eğilimindedir. Çok büyük olan bu dünyada ve eğer birazcık bilgisi varsa sınırlarının kestirilemediği evrende, kendisi ve çevresi ile ilgili anlam arayışında olan insan için kendi bildiğinin mutlak doğru olmasının hayati önemi vardır. Ancak bu sayede varoluşsal yalnızlığını hafifletme şansını bulabilir.

Kadınları çekici bulan bir erkekse eğer, diğer erkekleri çekici bulan bir eşcinselleri, örneğin, anlamakta zorluk çekecektir. Ancak herkesin heteroseksüel olduğu bir dünyada kendisini huzurlu ve güvenli hissedecektir. Herhangi bir dine inanıyorsa, diğerlerinin neden farklı dinlere inandıkları üzerinde düşünmek bile istemeyecektir. Tahminen “yanlış anne babanın” çocukları oldukları için en fazla onlar adına üzülebilir. Çünkü ona, küçüklüğünden itibaren sadece kendi dininden olanların (hatta aynı dinde ve aynı mezhepte olanların) ödüllendirileceği şu veya bu şekilde, açık ya da örtük olarak anlatılmıştır. Herhangi bir dini inancı olmayanları ise zaten hiç anlamayacaktır. “Allah onları ıslah etsin” demekten başka çaresi yoktur.

Ailesinin ve toplumun ona aktardığı bütün kurallar doğrudur. Belki bazıları zamanla, günün şartlarına göre esneyebilir ama öz hep aynı kalmalıdır. Erkekse, kendisine biçilen önemli roller vardır ve bu roller tabiatın (Yaratıcının) kanunudur; değişmez, değişmesi teklif dahi edilemez. Kadınsa, benzer olarak ona aktarılan ödevlerin eksiksiz bir şekilde yerine getirilmesi toplumun huzuru ve refahı için birinci şarttır. Bunlar mutlak doğrulardır, kutsal kitap(lar)da ve binlerce yıllık gelenek ve göreneklerimizde yeri vardır. Herhalde yanlış olsalardı bunca yıl devam etmezlerdi değil mi?

Bunca doğru varken, gazete haberinde aktarılan ve “kadınlar gülmemelidir” şeklinde basite indirgeyebileceğimiz bir açıklamaya sinirlenmek ne kadar mantıklı? Bu açıklamanın sahibi bu dünyada böyle düşünen tek kişi değil. Tahminen çoğunluk benzer cümleleri size kurabilir. Her seferinde cümlenin sahibine kızmak, bağırmak, çağırmak (ki çoğu zaman ben de kızanlar grubuna giriyorum) gerçekten işe yarayabilir mi?

Ünlü bilim felsefecisi Thomas Khun‘un karşılaştırılamazlık (incommensurability) adını verdiği bir kavram var. Bilimsel kuramların, eğer birbirilerin çok farklı bir evren modeli üzerindeyse, karşılaştırılmalarının mümkün olmadığını söylüyor Khun. Örneğin, evrim kuramı ile akıllı tasarım yaklaşımını karşılaştırmak tamamen anlamsızdır çünkü aynı teraziye koyma şansı olmayan bakış açılarıdır. Biyolojik sistemi açıklamaya yönelik herhangi bir bilimsel kuramın karşısına “Tanrı istedi, öyle oldu” açıklaması ile çıkarsanız tartışma, anlaşma ya da karşılıklı öğrenme ortadan kalkar.

Bu kavramı sosyal haklar ve gündelik yaşam pratikleri hakkında düşünürken de kullanmamız mümkün görünüyor. Kadınların ve erkeklerin yaradılış (ilahi yaradılıştan bahsediyorum, mizaçtan değil) açısından tamamen farklı ve kadının, kesinlikle önemli olduğuna ama erkek kadar önemli olmadığına inanan bir evren modeline sahip insan ile nasıl tartışabilirsiniz? O sizinle aynı dünyada yaşamıyor ki! (Tabii ki bunun tersi de geçerli, bu yazıyı okuyan pek çokları için ben de onlarla aynı dünyada yaşamıyor olabilirim.)

Siz kadınların çalışma hayatında yaşadıkları zorluklardan bahsediyorsunuz, örneğin, ama o zaten kadınların çalışmaması gerektiğini düşünüyor. Kadına yönelik şiddete tepki göstersin istiyorsunuz, gösteriyor ama önceliği şiddetin olup olmaması değil daha çok dozu. Şiddeti değil cinayet olursa onu ayıplıyor. Gayet inanarak “benim bedenim benim kararım” diyorsunuz ama kurduğunuz cümlenin daha ilk yarısı onun zihninde yok ki. Beden nasıl sizin olabilir, o Tanrı’ya ait. Hatta bazıları için önce babaya, sonra ağabeye ve sonra da kocaya ait. Taciz olaylarında “ne işi varmı o saatte sokakta” derken aslında merak ettiği saat değil, gerçekten neden dışarıda olduğunuz. Kısacası onun kafasında şekillenen dünyadaki kadın görüntüsü ile sizin kendinize biçtiğiniz görüntü aynı değil. Bu nedenle sizi anlamaya çalışmayacak, dinlemeyecek, görmeyecek ve asla değişmeyecek. Onun doğru bildiği kurallar ile sizin istedikleriniz asla karşılaştırılamazlar. Her şeyi bir yana bırakın 13 yaşındaki ufacık bir kız çocuğunun evlenmesini “normal” karşılayan bir bakış açısı ile nasıl başedebilirsiniz ki?

Peki ne yapılması gerekiyor? Hedefi değiştirin. Farklı bir dünya modelinde yaşamını sürdüren bir insanı ikna etmek hem çok zordur hem de anlamlı değildir. Kendi yaşamları söz konusu olduğunda kimseyi ikna etmek zorunda olmamalı insanlar. Yapılacak tek şey geri adım atmadan yaşamayı sürdürmek olmalıdır. Bizi sarmalayan ve zaman zaman nefes almamıza bile engel olan çoğunlukla başetmenin tek yolu görünür olmaya devam etmektir. Cinsiyet, cinsel kimlik, etnik köken, dini inanç ya da inançsızlık… çoğunluğun baskısına rağmen olduğu gibi yaşamaya devam etmeli. Eğer bir kere kontrolü diğerlerinin eline verirseniz ondan sonra geriye dönüş çok kolay olamayacaktır. Türbanlı kadınların türbanı nasıl takmaları konusunda bile öneri / zorlama yapmaya başlayan erkeklerin varlığı, özgürlükler üzerindeki tehlikenin sanıldığından daha büyük olduğunun tipik bir göstergesidir.

Hiç kimse – tam olarak hiç kimse – diğer hiçbir insanın yaşam şekline karışamaz. Bireysel haklar ve özgürlükler tartışmaya açık değildir.

Hiçbir şey yapamayacağınızı düşünüyorsanız hiç değilse şöyle kocaman bir kahkaha atarak işe başlayabilirsiniz.

Doğan Kökdemir, PhD
30 Temmuz 2014, Ankara

Kitap Listesi

Herkese merhaba,

Öğrencilerimin zaman zaman kitap önerileri istekleri oluyor. Bu tür bir isteğe cevap vermek çok kolay değil çünkü edebiyat herkes için farklı lezzetler barındıran bir dal. Ancak yine de ben kendi soframı paylaşmakta herhangi bir sakınca görmüyorum. Aşağıda okumaktan keyif aldığım ya da daha doğru bir ifadeyle okuma sürecinde farklı yolcuklara çıkmayı başarabildiğim bazı kitapların listesi var. Herhangi bir sıraya göre yazmadım, sadece aklıma gelen sırayı takip ettim. İyi okumalar.

  1. Michel Ende – Bitmeyecek Öykü
  2. Paul Auster – New York Üçlemesi
  3. Dostoyevski – Suç ve Ceza
  4. Ursula K. LeGuin – Yerdeniz Üçlemesi (Yerdeniz Büyücüsü, Atuan Mezarları, En Uzak Sahil, Tehanu – toplam 4 kitap)
  5. Tom Robbins – Parfümün Dansı
  6. Nicholas Seare – 1339… ya da Öyle Bir Yıl
  7. Isabel Allende – Ruhlar Evi
  8. Hüseyin Rahmi Gürpınar – Ben Deli Miyim?
  9. Yufuf Atılgan – Anayurt Oteli
  10. Sabahattin Ali – Kürk Mantolu Madonna
  11. Sabahattin Ali – İçimizdeki Şeytan
  12. Ahmet Hamdi Tanpınar – Saatleri Ayarlama Enstitüsü
  13. Albert Camus – Veba
  14. Albert Camus – Yabancı
  15. Mary Shelley – Frankenstein
  16. Bram Stoker – Dracula
  17. Kafka – Dönüşüm
  18. Oscar Wilde – Dorian Gray’in Portresi
  19. George Orwell – Hayvan Çiftliği
  20. George Orwell – 1984
  21. Paul Auster – Leviathan
  22. Yusuf Atılgan – Aylak Adam
  23. Jack London – Beyaz Diş
  24. Patrick Süskind – Parfüm
  25. G. G. Marquez – Kırmızı Pazartesi
  26. Jerzy Kozinski – Boyalı Kuş
  27. Arthur C. Clarke – 2001
  28. Boris Vian – Mezarlarınıza Tüküreceğim
  29. Boris Vian – Kırmızı Ot
  30. İhsan Oktay Anar – Puslu Kıtalar Atlası
  31. William Golding – Sineklerin Tanrısı
  32. Aziz Nesin – Zübük
  33. Ernest Hemingway – İhtiyar Balıkçı
  34. Trevanian – Şibumi
  35. Ivan Turgenev – Babalar ve Oğullar
  36. John Fowles – Fransız Teğmenin Kadını
  37. Umberto Eco – Gülün Adı
  38. Umberto Eco – Foucault Sarkacı
  39. Ken Kesey – Guguk Kuşu
  40. John Steinbeck – Fareler ve İnsanlar
  41. Henri Charriere – Kelebek
  42. Mario Puzzo – Baba
  43. Robert M. Pirsig – Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı
  44. Harper Lee – Bülbülü Öldürmek

Fazıl Say – İlk Şarkılar

Bu blog sayfasında müzikle ilgili en son yazıyı 3 yıl önce Emma Shapplin’in Macadam Flower albümü için yazmışım. Bu uzun süreden sonra bana yeniden bir müzik albümü üzerine yazma isteği veren kişi Fazıl Say ve onun albümü İlk Şarkılar oldu. Açıkcası albüme ulaşmam da oldukça vakit aldı çünkü ne zaman kitapçılarda, müzik marketlerde albümü sorsam aldığım cevap hem “üzgünüz, elimizde kalmadı” oldu. Türkiye’de bir müzik albümü için “yok satmak” önemli bir başarıdır diye düşünüyorum. En sonunda albüm iTunes üzerinden satışa çıkınca, ilk defa onun üzerinde albümü satın alma deneyimi de yaşadım. Eski bir müzik dinleyicisi olarak CD’ye dokunmak, kitapçığını karıştırmak her zaman hoşuma gitmiştir ama bu sefer daha “çağdaş” bir teknolojiyi kullanıyorum.

Fazıl Say, albümün önsözünde şöyle diyor: “…Şunu söylemeliyim ki, yaklaşık 20 yıl önce bestelemiş olduğum bu şarkılarım ile Türk müzikseverlerinin karşısına çıkmak benim için “özel” bir durumdur. Bu gecikme için özür dilerim. Aynı şekilde; Bu şarkılarımın, ülkemizin en sevdiği müzik formu olan “şarkı” hususunda da, Türkiye’nin müziği açısından özel bir yere oturacağını ümit ediyorum. Bu şarkılara uygun sesi – (yorumcuyu) bulmak çok uzun zaman aldı benim için. Çünkü sadece müziği değil, şiiri de mükemmel yorumlayabilen bir soliste ihtiyacım oldu, ve yıllarca aradığım sesi bulamadım…“.

Zihnindeki eserleri canlı bir hale getirmek için 20 sene uygun ses için sabreden bir bestecinin eserinden bahsediyoruz. Kaliteden çok hızın, emekten çok görünürlüğün, içerikten çok ambalajın önemsendiği bir coğrafyada kendisinden ödün vermeden müzik yaratan bir bestecinin eseri elbette ki müzik kulvarında boy gösteren diğer insanlardan çok farklı oluyor. Albümün tamamına hakim olan bir hüzün var. Ancak bu hüzün o kadar da çaresiz bir hüzün değil – ya da ben öyle anlamak istedim – daha çok güçlü, farkında ama yılgın bir insanın seslenişi gibi. Besteler için şiirler de sözleriyle sizi bu duygu durumunun içine çok rahat alıyor. Tabii ki şarkıları seslendiren Serenad Bağcan 20 yıl beklemeye değmiş bir ses. Sesiyle sadece her kelimenin değil, her notanın da hakkını veriyor. Bu şiirleri, bu besteler eşliğinde başka kim seslendirebilirdi diye düşündüğümde aklıma herhangi bir isim gelmiyor. Tahminen bundan sonra uzun yıllar boyunca hakkında konuşacağımız bir isim olacak Serenad Bağcan.

Albümdeki her parça çok güzel ve çok etkileyici. Ancak doğal olarak dinleyicilerin her zaman birkaç özel favorisi olur; benimkiler de şöyle: Sordum Sarı Çiğdeme ve tabii ki İnsan İnsan. Sadece bu ikisini söylediğim için diğerlerini “ortalama” eserler diye düşünmeyin. Albüm baştan sonra mükemmel (mükemmel kelimesini ilk defa bu kadar rahat kullanıyorum).

01 – Düşerim (Metin Altıok)
(”Metin Altıok Ağıtı” birinci bölüm, opus 13, 2003 ikinci versiyon, opus 47, 2013, piyano ve solist için)

bazan oturduğum yerde
kendikendime dalıp giderim,
bulanık geçmişimle.
genişleyen halkalar çizerim,
bir düşün uyanık imgesine

02 – Akılla bir Konuşma (Ömer Hayyam)
(birinci versiyon, “ilk şarkılar” opus 5, 1994 / ikinci versiyon, “fenerbahçe senfonisi” opus 23, 2007 üçüncü versiyon, opus 47, 2013)

bu zorbalar ne biçim adamlar? dedim;
kurt, köpek, çakal makal, dedi.
ne dersin bu adamlara, dedim;
yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi.

03 – Dört Mevsim (Cemal Süreya)
(birinci versiyon, “ilk şarkılar” opus 5, 1994 ikinci versiyon, opus 47, 2013)

kış mezarına gömsünler sizi
sokaklar gibi buluştunuzdu
çarşılar gibi seviştinizdi
kış mezarına gömsünler sizi

04 – Bu Kekre Dünyada (Metin Altıok)
(birinci versiyon “ilk şarkılar” opus 5 ,1994 ikinci versiyon “metin altıok ağıtı” opus 13, 2003)

sevgilim
bak, geçip gidiyor zaman
aşındırarak bütün güzel duyguları
bir yarım umuttur elimizde kalan
göğüslemek için karanlık yarınları
bu kekre dünyada
yazık
geçit yok aşka
bir şey yok paylaşacak
acıdan başka

05 – Sardunyaya Ağıt (Can Yücel)
(birinci versiyon “ilk şarkılar” opus 5, 1994 ikinci versiyon opus 47, 2013)

yataklık etmis ki zaar
sucu tevatur ve esrar
elbet bir kızıllığı var
ikindiydin saat beşte

06 – Sordum Sarı Çiğdeme (Pir Sultan Abdal)
(birinci versiyon “ilk şarkılar” opus 5, 1994 / ikinci versiyon, opus 47, 2013)

sordum sarı çiğdeme
sen nerede kışlarsın
ne sorarsın hey derviş
yer altında kışlarım

07 – Efkarlanırım (Orhan Veli)
(birinci versiyon “ilk şarkılar” opus 5, 1994 / ikinci versiyon, opus 47, 2013)

mektup alır, efkarlanırım;
rakı içer, efkarlanırım;
yola çıkar, efkarlanırım.
ne olacak bunun sonu, bilmem.
“kazım’ın” türküsünü söylerler,
üsküdar’da;
efkarlanırım.

08 – İstanbul’u Dinliyorum (Orhan Veli)
(birinci versiyon “ilk şarkılar” opus 5, 1994 / ikinci versiyon, opus 47 , 2013)

istanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
kuşlar geçiyor, derken;
yukseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
ağlar çekiliyor dalyanlarda;
bir kadının suya değiyor ayakları;
istanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

09 – Memleketim (Nâzım Hikmet)
(birinci versiyon “ilk şarkılar” opus 5, 1994 ikinci versiyon “nâzım oratoryosu” bölüm no: 15, opus 9, 2001)

memleketim, memleketim, memleketim,
ne kasketim kaldı senin ora işi
ne yollarını taşımış ayakkabım,
son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
şile bezindendi.

10 – İnsan İnsan (Muhyiddin Abdal)
(birinci versiyon “ilk şarkılar” opus 5, 1994 ikinci versiyon, opus 21, 2006)

insan insan dedikleri
insan nedir şimdi bildim
can can deyü söylerlerdi
ben can nedir şimdi bildim

Albümde Fazıl Say ve Serenad Bağcan’a, Çağ Erçağ ( viyolonsel), Bülent Evcil (flüt), Pelin Halkacı Akın(keman), Aykut Köselerli (vurmalı sazlar), Hakan Güngör (Kanun) eşlik etmiş. Ayrıca Cem Adrian, Güvenç Dağüstün, Burcu Uyar ve Selva Erdener albüme katkıda bulunan diğer solistler.

İyi ki bu ülkede Fazıl Say var.

Doğan Kökdemir, PhD
Ankara, 24 Kasım 2013