Paul Auster – The New York Trilogy

Türkçesi: New York Üçlemesi

1986 / 2011, Faber & Faber Limited, 314 s.

The New York Trilogy, benim okuduğum ilk Paul Auster kitabı. Polisiye romanların hep bir sonu olmasından şikayet edince, edebiyat konusundaki – doğal olarak – en güvendiğim isim sevgili Dr. Nil Korkut Naykı, bana bu kitabı önermişti. Açıkcası çok bilinen ve çok sevilen, gündemde olan yazarlara karşı hep olumsuz bir önyargım olmuştur. Bu nedenle biraz isteksiz de olsa kitabı aldım; hatta belki çabuk vazgeçerim diye Türkçe çevirisini değil orijinalini tercih ettim. Geldiğim yeri kısaca özetleyeyim: Şu anda Paul Auster’ın dğer kitapları okuma listemde yerini almış durumdalar.

The New York Trilogy, adından da anlaşılabileceği gibi 3 hikayeden oluşuyor. Gizem ve süprizlerin olduğu bu 3 hikayenin birbirine bağlı olduğunu söyleyelim. Aralardaki bağlantıların kurulması ise çok beklenmedik ve dahice. Bu anlamda bir meta-dedektif romanı olarak adlandırıldığını duydum ki, kavram tam olarak yerini bulmuş diyebilirim. Söz konusu bağlantıların nasıl kurulduğunu okuyucuya bırakalım ama yine de öyküler hakkında biraz bilgi verelim.

City of Glass (Cam Şehir)

İlk öyküde kendimizi garip bir dedektiflik öyküsü içinde bulunuyoruz. Çünkü dedektif rolünde olan kişi aslında bir yazar, Daniel Quinn ve tamamen bir yanlış (?) telefon araması sonucunda Paul Auster adındaki bir dedektifin yerini alıyor. Öykü ilerledikçe, sadece olayın gizemini merak etmiyorsunuz aynı zamanda Paul Auster (gerçek yazar) sizi, Paul Auster (öyküdeki kahraman) aracılığı ile tarihin, edebiyatın ve felsefenin içinde bir yolculuğa çıkarıyor. Cennet bahçesi (Garden of Eden) üzerine yapılan tartışmalar, ilahi dili bulmaya çalışan Psamtik, Frederic II ve James IV üzerine yazılanlar çok etkileyici. Bu tarihi insanların ortak amacı ilahi, gerçek, bir zamanlar cennette konuşulan dile ulaşmak. Ancak o şekilde yeniden insanlığın düştüğü yerden kalkarak cennete dönebileceğini savunuyorlar. Açıkcası bu bölümde aklıma Yeni Dünya Düzeni isimiyle anlatılan ve üzerine yüzlerce komplo teorisi kurulan fikirler gelmedi değil. Bu teorilere bireysel olarak çok uzak dururum ve kitapta bununla ilgili hiçbir net bilgi yok ama genel fikir (tek ve birleşik dünya, tek dil, tek yönetim…) sanki bu yeni dünya düzenine yönelik bir arayışmış gibi görünüyor. Sürekli Batı’ya giderek uygarlaşan dünyanın Amerika’nın keşfiyle yolculuğunu tamamladığına ve artık tek amacın bütünleşme ve o tek dile ulaşmak olduğu sıklıkla vurgulanıyor.

Bu bölümle ilgili olarak kendime çıkardığım çok not var ama okurken ister istemez güldüğüm ve basitliğinden (ve absürdlüğünden) çok etkilendiğim kısım kahramanımız Quinn’in içine girdiği Paul Auster rolü ile ilgili kendi kendine söylediği şu cümle oldu: “My name is Paul Auster. That is not my real name”. / “Adım Paul Auster. Bu benim gerçek adım değil.

Öyküdeki ilginç tartışmalardan birisi de şeylere isim vermekle ilgili. Cennette her şeyin gerçek bir ismi olduğu ve bu isimle o şeyin tamamen tanımlanabildiği anlatılırken, günümüzde, dünyada bu isim bilgisinin tamamen kaybolduğundan bahsediliyor. Bu, bana biraz Ursula K. LeGuin’in kadim diller kavramını hatırlattı. O da her şeyin gerçek bir ismi olduğunu ve eğer o şekilde seslenirsek cevap verdiğini anlatıyordu. Anlatılmak istenilen aşağı yukarı şöyle bir durum: Elma adını verdiğimiz meyvadan bir ısırık aldığımızda ona hala elma demeyi sürdürüyoruz ama aslında onun artık farklı bir adı var… ve biz bu adı bilmiyoruz.

Öykünün Don Quixote ile de edebi bir bağlantısı var ama Don Quixote’u yeniden okumadan bu bağlantının gücünden bahsetmek şu an için olanaklı değil.

Ghosts

İkinci öyküde Mr. Blue, Mr. White, Mr. Black,… gibi renk-adamlarla karşılaşıyoruz. Öykü ilerledikçe bu kişilerin özellikleri ile City of Glass‘daki kişiler arasında paralellik kuvvetleniyor. İlk öyküde başlayan benlik üzerine söyleşi ikinci öyküde çok daha kuvvetli olarak devam ediyor. Ben kimim ya da daha genel olarak var olmak ne demektir gibi soruların kuvvetli sorulduğu bir öykü. Üçüncü öyküye uzanan bir köprü vazifesi görüyor.

The Locked Room

Üçüncü öyküyle beraber, kitabın ilk satırlarında başlayan gizem artarak bir finale doğru yaklaşıyor. Ancak buradaki finali klasik bir dedektiflik romanının finali gibi düşünmek hata olur. Finale yaklaştıkça, pek çok sorunun cevabına ulaşılsa da her bir cevapla ortaya çıkan yeni sorular neredeyse korkunç bir varoluş sorunu olarak karşımıza çıkıyor.

İkinci ve üçüncü öykü hakkında daha kısa yazdım çünkü onların okunmadan yorumlanması / duyulması haksızlık olur. Bütün bağlantıları okuyucu kendisi bulmalı.

The New York Trilogy, beklentilerimin çok üzerinde bir kitap olarak çıktı karşıma. Günümüz yazarlarının benlik, varoluş, varlık ve hiçlik gibi kavramları kullanma şekillerine alışık ve biraz da bundan sıkılan birisi olarak kitabı bitirdiğimde hissettiğim duygu kendim için okunacak yeni bir yazar bulmanın keyfi oldu. Paul Auster bir yazarın yapması gerekeni yapıyor; hikayesini okurken, okuma sürecinde keyif alıyorsunuz, sonucunun şu ya da bu olmasının hiç önemi yok. Bu açılardan ortalamanın çok çok üzerinde bir kitap, ortalamanın çok çok üzerinde bir yazar.

Teşekkürler Nil.

Doğan Kökdemir, PhD
18 Kasım 2013, Ankara

Tosca

Yazan: Giacomo Puccini
Sahneye Koyan: Vincenzo Grisostomi Travaglini
Orkestra Şefi: Alessandro Cedrone
Dekor: Nihat Kahraman
Kostüm: Nursun Ünlü
Işık: Stefano Pırandello – Fuat Gök
Oynayanlar:
Seda Aracı, Aykut Çınar, Erdem Baydar, Cem Beran Sertkaya, Berkant Coşkun, Okan Başel, Levent Akev, Emre Uluocak, Umut Afacan
Temsil Tarihi: 09 Kasım 2013 Cumartesi, Saat: 15:00

Tosca, dünya prömiyerini 14 Ocak 1900’da Roma’da, Türkiye prömiyerini ise 2 Nisan 1941’de Ankara’da gerçekleştirmiş. Atatürk’ün de hayranı olduğu bu eseri izlemek için ben 2013 yılına kadar beklemek zorunda kaldım. Üstelik eserin konusunu öğrencilere oyun teorisi hakkında bilgi verirken kullanmama rağmen henüz seyretmemiş olmam sadece büyük bir ayıp değil aynı zamanda büyük bir kayıptı da. Neyse ki, 9 Kasım 2013 temsiline bilet bulma şansını yakalayınca, Puccini‘nin 3 perdelik bu ölümsüz eserini seyretme şansına sahip oldum. İlk sahneden, son sahneye kadar gerçekten çok başarılı bir dekor ve en az onun kadar etkili kullanılan bir ışık düzeni içinde buluyorsunuz kendinizi. Daha hemen ilk saniyelerden itibaren bulunduğunuz mekan ve zaman değişiyor. Soluksuzca izlemeye başlıyorsunuz.

1. Perde, Roma’daki Sant’Andrea klisesinin içinde başlıyor. Tutuklu bulunduğu kaleden kaçan Angelotti (Cem Beran Sertkaya) eski arkadaşı ressam Cavaradossi’den (Aykut Çınar) yardım istemek için gelmiştir. Cavaradossi bir yandan arkadaşını saklamaya çalışırken bir yandan da sevdiği kadın Tosca’nın (Seda Aracı) mümkün olduğunca az şey bilmesini sağlamak amacıyla uğraşır. Ancak, Tosca bu gizliliği tamamen yanlış yorumlayacak ve Cavaradossi’nin başka bir kadınla gizlice buluştuğunu sanacaktır. Perdenin sonuna doğru kaçağın peşinden gelen polis şefi Scarpia (Erdem Baydar), uzun süredir hoşlandığı Tosca’yı Cavaradossi’den ayırabilmek için kadının bu kışkançlığını kullanacaktır…

1. Perde çok görkemli. Sahne dekoru gerçekten harika ve oyuncular bir anda bütün izleyenleri hikayenin içine çekmeyi başarıyorlar. Bu perde de hikayenin üç kahramanını da (Cavaradossi, Tosca ve Scarpia) görüyoruz. Bu üç kahramınımızı canlandıran Aykut Çınar, Seda Aracı ve Erden Baydar tam olarak rollerine hakimler. Sadece ses olarak değil kostüm ve makyajı da eklersek bir bütün olarak üçü de kafamızdaki hayalden çok uzak değil. Erden Baydar’ın bizi Scarpia ile tanıştırdığındaki duruşu, mimikleri ve hareketleri dört dörtlük. “Kötü adam”, gerçek bir “kötü adam” olarak görünüyor ve bu adamda içten içe kontrol edemediği büyük bir aşk olduğunu da idrak ediyoruz.

2. Perde, Scarpia’nın konağında başlıyor. Cavaradossi, suçlu bir adamı (Angelotti) sakladığı için cezalandırılmaktadır, Tosca ise onun işkence altındaki çığlıklarını dinlemek zorundadır. Tosca’nın sevdiği adamı korkunç sondan kurtarabilmesi için hem Angelotti’nin yerini söylemesi hem de sonrasında Scarpia ile birlikte olmaya razı olması gerekecektir. Yoksa Cavaradossi idam edilecektir. Tosca, çaresiz, bu teklifi kabul eder ama Scarpia onun yanına yaklaştığında, sakladığı bir bıçakla onu öldürür. Kendisi ve sevgilisi için geçiş iznini sağlayacak olan kağıtları da alır ve çıkar…

Bu perdede Scarpia sahnenin hakimi. Öfkeli, tutkulu, aşık ve kötü duygudurumlarının hepsini neredeyse aynı anda yansıtıyor. Erdem Baydar’ı bir kere daha tebrik etmek gerekiyor. Ölüm sahnesini bazı seyircilerin biraz abartılı bulduğunu hissettim, özellikle son nefesini verirken biraz hırıltıya benzer bir ses çıkarması belki de çok beğenilmemiş olabilir; emin değilim. Ancak ben aksine ölüm sahnesini çok etkili bulduğumu söylemeliyim. Tek eleştirim Tosca’nın masanın üzerindeki bıçağı alma sahnesinde tahminen 1-2 adımı kaçırmasıydı. Sanırım planlandığından birkaç saniye daha erken masanın başına geldi.

3. Perde… olağanüstü. Nefis bir ışık ve dekor ile başlayan bu sahnenin en anlamlı, tüyleri diken diken eden bölümü Cavaradossi’nin (Aykut Çınar) “E lucevan le stelle” isimli aryası. Atatürk’ün neden özellikle bu aryaya hayranlık duyduğunu dinleyince anlıyorsunuz. Aykut Çınar’ın aryadaki performansı ise tek kelime ile mükemmel. Keşke o sahneyi bir kere daha tekrar etselerdi diye düşünmedim değil. Bütün kahramanların ölümüyle sonuçlanan bu perdenin – her ne kadar onlarca opera seyretmiş olmasam da – şimdiye kadar izlediğim en iyi perde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Sonuç: Mükemmel bir opera, mükemmel bir performans. Tosca’yı seyretmeden opera seyretmiş olmazsınız.

Doğan Kökdemir, PhD
Ankara, 17 Kasım 2013

Ahmet Ümit – Beyoğlu’nun En Güzel Abisi

2013, Everest, 412 s.

Polisiye romanları okumak güzeldir ama onlar hakkında bir şeyler yazmanın belirgin bir zorluğu vardır. Henüz kitabı okumaya başlamamış olanlara gerektiğinden fazla bilgi verilirse kuşkusuz kitabın bütün büyüsü kaybolur. Bu nedenle Ahmet Ümit’in Beyoğlu’nun En Güzel Abisi romanının temel olarak öyküsünü değil ama satır aralarında yaşattığı bazı duyguları paylaşmayı daha anlamlı buluyorum.

Sıkı bir polisiye roman okuyucusu değilim ama Ahmet Ümit’in Başkomser Nevzat ve Barbara Nadel’in yarattığı Çetin İkmen karakterlerini takip etmekten çok keyif alıyorum. İsimleri farklı bu iki karakter birbirlerine çok benziyorlar aslında – onlar olmasını istediğimiz insan tipleri. Tempolu, heyecanlı, hareketli romanların adil, yürekli, dürüst, baş kahramanları…

Beyoğlu’nun En Güzel Abisi, konusuyla direkt olarak ilgili değilmiş gibi görünse de aslında bu ülkenin başındaki totaliterlik hastalığına içten içe isyan ediyor gibi. Yazarın işine karışılmaz tabii ki ama özellikle 6-7 Eylül olayları ile kurulan bağ, sanki daha kuvvetli cümlelerle ifade edilecekmiş de yazar son anda vaz geçmiş gibi görünüyor. Gerçi o olaylarla ilgili sadece ufak hatırlatmalar bile aklı ve kalbi yerinde her insanda hüzün yaratacaktır kuşkusuz. Polisiye olayların arasında koca bir kenti nasıl yağmaladığımızı (evet yağmaladığımızı) hatırlatıyor bize. Sanırım daha da çok hatırlamamız gerekiyor; sadece tarihle yüzleşme açısından değil, hem bir daha tekrarlanmasın diye hem de elimizde kentlere ve kalan insanlara sahip çıkmamız için yeniden ve yeniden hatırlamalıyız. Cinayetin nasıl çözüleceğini merak eden bir okur olarak bu sefer geçmiş ve gelecek konusunda daha çok takıldım… en azından romanın içinde hayali bir adalet de beklemedim değil.

Ahmet Ümit’in kitaplarını seviyorum. Beyoğlu’nun En Güzel Abisi‘ni de sevdim. Diğer kitaplar gibi bu da bir solukta bitti. Polisiye romanlar, cinayetler çözülmedikçe güzel, her seferinde kitabın sonunda kimin ne yaptığı ortaya çıktığında ben kişisel olarak bundan hoşlanmıyorum; yine hoşlanmadım. Hakikaten şart mıdır kitabın sonunda katilin kim olduğunun bilinmesi? Romanlarda bireysel cinayetlerin faillerini bulunca yaşadığımız rahatlama acaba gerçek hayatta işlenen suçlar karşısında gözlerimizi kapatıyor olmamızı affettirir mi?

Broken Blossoms (1919)

Yönetmen: D. W. Griffith
Senaryo: Thomas Burke, D. W. Griffith
Yapım Yılı: 1919, ABD
Türkçe Adı: Kırık Tomurcuklar
Oynayanlar: Lillian Gish, Richard Barthelmess, Donald Crisp, Arthur Howard, Edward Peil Sr., George Beranger, Norman Selby, Ernest Butterworth, Fred Hamer, Wilbur Higby, Moon Kwan, Steve Murphy, George Nichols, Karla Schramm

Film 1919 yılına ait. Filmlerde, bildiğimiz tarzde sinema efektlerinin, seslerin, konuşmaların olmadığı müziğin ise kısıtlı olarak üzerine eklendiği bir dönemden bahsediyoruz. O dönemki sinemanın elinde iki kuvvet var: oyuncular ve tabii ki hikayenin kendisi. D. W. Griffith erken dönem sinemanın kuşkusuz en önemli yönetmenlerinden birisi; belli başlı bütün klasiklerde onun imzası var. Lillian Gish (Lucy) de yine aynı dönemin en çok aranan aktristlerinden birisi. Çocuksu yüzü, güzelliği ve sıradışı görüntüsüyle sadece o dönemler için yaratılmış gibi değil sanki; yaşasaydı günümüz için de çok önemli bir isim olurdu. Filmin tamamında D. W. Griffith, Lillian Gish‘in yüzünü ön plana çıkarmak için özel bir özen gösteriyor. Biraz ışık etkisi ve uygun bir makyajla Lucy rolündeki Lillian Gish, neredeyse bir melek gibi sahneler içerisinde geziniyor. İlginç detaylar da Lucy karakteri üzerinde toplanmış; örneğin nasıl gülündüğünü hatırlamakta zorluk çekecek kadar kötü bir hayat yaşadığı için kendisinden gülümsemesi istendiğinde bunu ancak parmaklarının yardımıyla dudak kenarlarını çekiştirerek yapabiliyor. Bunun yanı sıra melankolik tavırları ve üzüntüsü sürekli hissediliyor. Sahneler arasında, Lillian Gish‘in evin kilerinde kapalı kaldığında yaşadığı dehşet gerçekten çok etkileyici. O dönemki teknoloji düşünüldüğünde sonuç bir harika.

Çinli adamı oynayan Richard Barthelmess de yine benzer bir makyaj başarısı ile karşımıza çıkıyor ancak kişisel olarak onun görüntüsünü beğendiğimi söyleyemem. Zaman zaman bazı sahnelerde “korkunç” bir Çinli görüntüsü ile karşılaşıyoruz, seyircide yapay bir makyajın kullanıldığı etkisini bırakıyor – ki aslında sadece kaşlarını kenara çeken gizli bantlar ve pudra dışında bir şey kullanılmamış. Belki de Lillian Gish‘in yanında görmekten, Richard Barthelmess‘i pek beğenmiyoruz. Bu Çinli genç adamla filmin hemen başında tanışıyoruz. Anglo-saksonları kötülüklerden korumak, onlara barışı ve huzuru öğretmek için Londra’ya misyoner olarak giden bir Budist olarak karşımıza çıkıyor. Ancak belli ki çabuk pes ediyor ve küçük dükkanında kazandığı paraları uzun pipolarla içilen uyuşturucu maddelere yatırıyor. Tek keyif aldığı şey ara sıra dükkanın önünden geçerken gördüğü Lucy. Ona dokunmak, sahip olmak isteği ile kendisine seçmiş olduğu ahlaki kurallar arasında gidip geldiğini hissediyoruz. Lucy kendisini bulana kadar ona yaklaşmayı hiç denemiyor bile. Haksızlık etmek istemem ama filmin en zayıf kişisi bu Çinli adam ve onun görüntüsü. Belki de gerçekten Çinli bir aktör oynasaydı seyirciler üzerinde daha inandırıcı bir etki bırakabilirdi.

Son olarak öne çıkan karakter ise Lucy’nin babası boksör Battling Burrows rolündeki Donald Crisp. Battling Burrows, filmin kötü adamı. Bu, sağ kulağı katlanarak yüzüne yapışmış, iri yarı, kötü kalpli adam rolüne rağmen Donald Crisp gerçekten harika performansı ile filmin Lucy’den sonraki en etkili karakterini oluşturuyor; öyle ki Çinli adam bile onun gerisinde kalıyor. Kazandığı parayı sürekli kadınlara ve içkiye yatıran bu boksör; sık sık Lucy’yi kırbaçlayarak dövüyor. Üstelik bunun için sudan sebepler olması yeterli. Kızının bir Çinli adamla birlikte görünmesi ise onu delirtmeye yetecek…

1919 yılında çevrilmiş sessiz bir film sizde ne kadar merak uyandırabilir? Bu sorunun cevabı için bir seyretmeye başlamanız yeterli. Şaşıracağınızı tahmin ediyorum. D. W. Griffith 21 Yüzyılın yönetmenlerinden birisi olsyadı ne olurda acaba diye insan merak etmeden duramıyor.

IMDb Sayfası

Amour

Yönetmen: Michael Haneke
Senaryo: Michael Haneke
Yapım Yılı: 2012, Fransa, Almanya, Avusturya
Türkçe Adı: Aşk
Oynayanlar: Jean-Louis Trintignat, Emmanuelle Riva, Isabelle Huppert, Alexandre Tharaud, William Shimell, Ramon Agirre, Rita Blanco, Carole Franck, Dinara Drukarova, Laurent Capelluto, Jean-Michel Monroc, Suzanne Schmidt, Damien Jouillerot, Walid Afkir

Amour, birbiriyle evli, 80’li yaşlarında iki emekli müzik öğretmeninin aşk hikayesini anlatan bir film.

Normal bir emeklilik yaşantısı süren çiftimizin hayatı Anne’nin (Emmanuelle Riva) geçirdiği bir inme sonrası vücudunun sağ tarafının felç olması ile değişir. Ondan daha “sağlıksız” gibi görünen, hareket etmekte daha zorlanan kocası Georges (Jean-Louis Trintignant), o günden itibaren Anne’yi rahat ettirmek için elinden geleni yapmaya çalışır. Kişisel temizliğinden yemeğine kadar hemen her şeyi kendi başına yapmaya çalışır. Belki de yıllarca eşinin kendisi için yaptıklarını bir şekilde geri vermeye çalışan bir kocanın isteği olarak da düşünülebilir. Ancak bir yandan da Anne’nin hem ağrıları şiddetlenmekte hem de yaşadığı bu “yeni hayatı” kabullenmekte zorlanmaktadır. Hem sözlerinde hem de davranışlarında eski sağlıklı günlerine olan özlemini sık sık ifade eder. Tabii Georges’in bu konuda yaşadığı çaresizliğe rağmen yine de Anne’nin moralini yüksek tutmak için çabalaması yürek parçalayıcı.

Amour, hakkında daha fazla ayrıntılı bilgi vermemekte fayda var çünkü seyircileri bekleyen fazlaca süpriz bulunuyor. Şunu söylemek sorun olmaz diye düşünüyorum: Bu süprizler size hayat ve aşk adına çok acı dersler verecek nitelikte. Amour, yaşlılığı ya da sonsuz aşkı anlatan bir peri masalı değil. Gerçeği olduğu gibi bütün çıplaklığıyla, kelime yerindeyse “tokat gibi” yüzünüze çarpan bir film. Yavaş temposuna rağmen durağan değil, hatta oldukça heyecanlı ve seyirciyi uzun dakikalar boyunca kıpırdayamayacak hale getiriyor. Film hem en iyi kadın oyuncu hem de en iyi film dalları da olmak üzere toplam 5 ayrı kategoride 2013 Oscar adayı. Emmanuelle Riva’nın Oscar alması süpriz olmayacaktır.


IMDB Sayfası
Filmin Resmi İnternet Sitesi