Jean Paul Sartre – Bulantı

1994 (1938), Can Yayınları, 239 s.
Çeviren: Selahattin Hilav

… Günlük biçiminde yazdığı bu kitabında, romanın kahramanı Roquentin’in dünya karşısında duyduğu tiksintiyi anlatıyordu. Bu tiksinti yalnızca dış dünyaya değil, Roquentin’in kendi bedenine de yönelikti. Kimi eleştirmenler romanı hastalıklı bir durumun, bir tür nevrotik kaçışın ifadesi olarak değerlendirseler de, Bulantı, yansıttığı güçlü bireyci ve toplum karşıtı düşüncelerle, Sartre’ın sonradan geliştireceği birçok felsefi konuya yer veren ögün bir yapıttı…”

Yukarıdaki cümleler, kitabın arka kapağından alıntıdır. Kitabu okuduktan sonra, şöyle düşündüm: “Acaba, Sarte, kitabının adını Bulantı değil de örneğin Kavrayış ya da İrkilme koysaydı, kitabı tanıtmak için yine aynı cümleler yazılır mıydı?” Bu soruya benim cevabım “Hayır” olacak. Çünkü, Varoluşçuluk‘un en önemli isimlerinden birisi olan Sartre, Bulantı‘da gerçekten bir varoluş keşfini anlatıyor. Kitaptaki Bulantı, bir iğrenmenin yol açtığı duygudan ziyade, doğruyu bulmak üzere olan bir insanın heyecanını gösteriyor gibi.

Nesnelerin, kişilerin ve hatta dünyanın kendisinin neden ve nasıl varolduğu ile değil varolmalarının ne demek olduğuyla ilgilenen ve bunun cevabını bulmaya çalışan Roquentin, bizi isimlerin biribirine girdiği ama aslında isimlerin önemini aynı zamanda kaybettiği bir şehir turuna çıkarıyor. Kahramanın ağzından varoluşla ilgili bütün kaygılarını ve sorularını bizlere aktaran Sartre, kitabın sonunda varoluşun aslında ne demek olduğunu bir anda buluyor. Aslında, kitabın hemen başında nelerin araştırılacağı bilgisi bize Roquentin’in ağzından veriliyor: “…Onu daha önce nasıl görüyordum, şimdi nasıl görüyorum?“. Sadece varoluşun değil, hiçlik‘in de ne demek olduğunu insanı şaşırtan bir üslupla tanımlamaya da giriyor: “…hiçlik varoluştan önce gelmemişti, o da ötekiler gibi bir varoluştu ve birçoğundan sonra ortaya çıkmıştı…

Bulantı, standart bir roman değil. Aslında belki romandan çok felsefi bir yapıt olarak da tanımlanabilir. Varoluşçuluk felsefesinin, doğal olarak özellikle de Sartre‘ın ateist varoluşçu yaklaşımını nefis bir biçimde özetleyen, kafa karıştıran, yoran, tahrik eden, farkındalık yaşatan, acımasız bir kitap. Hayatınızın herhangi bir yerinde mutlaka okumalısınız.

Fyodor Mihailoviç Dostoyevski – Suç ve Ceza

2009 (1886), İş Bankası Yayınları, 704 s.
Çeviren: Mazlum Beyhan

İlk olarak 1866 yılında yayınlanan Suç ve Ceza, edebiyat dünyasının temel taşlarından birisi olara karşımıza çıkıyor. Dostoyevski‘nin o eşşiz anlatımı ile doludizgin giden romanda, dünyada olup bitenler konusunda kendi yapabilecekleri ile ilgili olarak düşüncelere dalan Raskolnikov’un işlediği bir cinayet ve daha sonra bu cinayetin yansımaları konu ediliyor. Raskolnikov, sıradan bir cinayet işlememektedir; asıl amacı toplum için “zararlı” olan birisini öldürerek, dünyaya bir iyilik yapabilmektir. Belki de bu nedenle, cinayetin önemsenmesi, soruşturulması ve kendisinin zanlı olarak sıkıştırılması onu öfkelendirir. Bu sırada çevresiyle, özellikle annesiyle ve kız kardeşiyle olan ilişkilerde sorunlar yaşayan Raskolnikov, kendi iç hesaplaşmasını (asla pişmalık değil) çok iyi yansıtan bir karakter.

Roman 1866 yılında yazıldığından ne psikolojideki kişilik kuramları ne de kriminoloji alanındaki gelişmeler, bu kitabın yazılmasına yardım edecek düzeyde değildi. Diğer bir ifadeyle, Suç ve Ceza başından sonuna bir suçlu profili çizerken, bu profilin hatasız ve abartısız yapısı çok etkileyici. Dostoyevski‘nin edebi dehası hakkında çok fazla bir şey söylemeye gerek yok herhalde ama en azından şunu belirtmem de fayda var: Diğer eserlerinde olduğu gibi Suç ve Ceza‘da da, karakterle çok dolu ve canlı. Diyaloglarda onların sesini duyar gibi oluyorsunuz. Her bir karakterin diğerinden bağımsız, kendine has bir ritmi var. Bu nedenle, konuşanın kim olduğu söylenmese bile bu ritm sayesinde onun kimliğini anlayabilirsiniz.

Suç ve Ceza, okunması iyi olacak bir kitap değil; okunması şart olan bir kitap.

Ferdinando Camon – Ölümsüzlük: Ana İçin Bir Mihrap

2002, KaraKutu Yayınları, 101 s.
Çeviren: Semin Sayıt

101 sayfalık bir kitabın okunup bitmesi neredeyse 1 ayımı aldı. Belki iyi bir zamanda okumadım, belki aklım başka yerlerdeydi bilemiyorum ama hakikaten sonlandırmak için çok gayret ettiğim kitaplardan birisi oldu. Romanın giriş bölümündeki tanıtım yazısında “…Bu roman köy dinselliğinin destanıdır…” yazıyor. Açıkcası bu ifade ilgimi çekti, büyük bir iştahla farklı bir kültürün, farklı bir dünya görüşüne ait destanı okumak için sabırsızlandım. Romanın dili ve tekniği açısından çok bana hitap etmediğinin farkındaydım ama yine de sabırla okudum. Zaman zaman “gereksiz” olarak tanımlayabileceğim tekrarları saymazsam, edebi açıdan etkili bir metin olduğu konusunda kitabın tanıtımı ile hem fikirim. Eşini kaybeden bir adamın, amansız ve biraz da çaresiz mücadelesi kesinlikle okuru etkiliyor ama sanki bir şeyler eksik gibi. Anlatıcıyı (annenin oğlu), olayın gerçek kahramanından (baba) daha fazla tanıyor olmaktan hoşlanmadım belki de. Kitabın garip bir “sıkıcılığı” var; garip diyorum çünkü sizi okumanız konusunda sürekli teşvik ediyor ama okurken pek de haz sağlamıyor.

Köy dinselliğinin destanı” ifadesini de biraz abartılı bulduğumu söylemeliyim. Bir okur olarak köyü daha çok tanımak, dinsel ritüeller hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak isterdim. Bunun bir akademik eser olmadığının farkındayım ama yine de bilgi eksikliği okurken beni çok ketledi. Önermek ya da önermemek konusunda kararsız kaldığım ender kitaplardan birisi olarak rafımdaki yerini aldı.

Satın Almak İçin:

Nicholas Seare – 1339… ya da Öyle Bir Yıl

1975/2006, E Yayınları, 120 s.
Idefix Tanıtım

1339.. ya da Öyle Bir Yıl: Bir Sokak Satıcıs Adına Apoloji çok ilginç bir masal kitabı. Masal kitabı diyorum çünkü hikayenin anlatıcısı Emekli Profesör Nicholas Seare, öyküyü masal olarak tanımlıyor. Her şeyden önce çok değişik bir anlatıcıya sahip kitap. Karakterlere ya da olaylara müdahale etmiyor ama onun varlığını kitabın her yerinde hissediyorsunuz; bir kere çok iyi bir anlatıcı olduğunu kabul etmemiz lazım ve ikinci olarak dipnotları ile masalın gidişatına katkısı da çok büyük. Anlatıcının aktardığı masalın baş kahramanı Sokak Satıcısı (gerçek adını bilmiyoruz), bir gece arkadaşı filozofla birlikte girdiği evde sabaha kadar gerek ev halkıyla gerekse kendisi ile tartışma yaşar. Ev halkı, sokaktaki diğer herkes gibi ertesi gün kıyametin kopacağına inanmaktadır. O gece, onlar için dua etmekle geçirilmesi gereken son gecedir. Sokak Satıcısınınamacı ise biraz daha farklıdır; aslında hem geceyi geçirmek hem de 3 – 5 altın kazanmak için girdiği evde sadece kendisinin değil, ev halkının da hayatını değiştirecektir. Sokak Satıcısı da aynı anlatıcısı gibi tutkulu ve zekidir. Sözcüklerle oynamayı sever ve kendisine akıllıyım diyen herkesin korkmasını gerektirecek kadar laf ebesidir.

1339.. ya da Öyle Bir Yıl: Bir Sokak Satıcıs Adına Apoloji, karakterlerinin canlılığı ve zekice planlanmış, iğne oyası gibi işlenmiş diyalogları ile bir edebiyat ziyafeti. Okurken hep bu kitabın mutlaka oyunlaştırılması gerektiğini düşündüm; tiyatro sahnesinde görülmeye aday bir eser. Canlı, dinamik ve insani… Ve sıra süprizde. Masalın anlatıcısı, Emekli Profesör Nicholas Seare aslında Rodney W. Whitaker ya da Türkiye’de daha çok bilinen adıyla Trevanian‘dan başkası değil. Mutlaka okunması gereken bir masal.

İhsan Oktay Anar – Puslu Kıtalar Atlası

1995, İletişim, 238s.
Idefix Tanıtım

Bazı kitapların sonunda ne ile karşılacağınız delice merak edersiniz, hatta kendinize çaktırmadan kitabın son sayfasına bile bakarsınız; bazılarında ise isteğiniz kitabın hiç bitmemesi, düşsel masalın sonunun gelmemesi olur. Çok az kitapta bu iki çelişik duyguyu aynı anda yaşarsınız. Michael Ende’nin Bitmeyecek Öykü‘sü, Fowles’in Fransız Teğmenin Kadını, Boris Vian’ın Kırmızı Otu bende hep bu duyguyu uyandırmıştır. İtiraf etmeliyim ki ilk defa bir Türk yazar, İhsan Oktay Anar, bu tanıdık duyguyu bir kere daha yaşattı bana. Hiç abartmadan söylüyorum Puslu Kıtalar Atlası bir kült kitap, bir başyapıt.

Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikayet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kainattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Kostantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı…” diye başlıyor Puslu Kıtalar arasındaki yolculuk. Uzun İhsan Efendi, Bünyamin, Alibaz, Arap İhsan, Ebrehe ve daha niceleri, varlıkla yokluk, gerçek ile düş arasında okuyanları garip bir yolculuğa çıkarıyor. Kendine has dili, kurgusu ve zamanı ile çarpıcı bir roman. Benim talihsizliğim hem romanı bu kadar geç okumuş olmak hem de Galata ve Kuledibinde onca zaman geçirdikten tam 48 saat sonra kitabı bitirmek oldu. Keşke Ankara’ya dönmeden önce okumuş olsaydım da, Galata ve çevresine Puslu Kıtalar Atlası rehberliğinde baksaydım diye hayıflanıyorum şimdi. Kitap ne hakkında diye soranlara benim cevabım çok basit olur: Puslu Kıtalar Atlası sizin hakkınızda, bizim hakkımızda, yaşadığımız dünya hakkında. Son cümleyi okuyup kitabı kapattığınızda, okurken içiniz dolduran masalsı gizem yerini daha büyük bir gizeme bırakıyor. “Dünya bir düştür. Evet dünya… Ah! Evet, dünya bir masaldır.“.