Recep İvedik ve İnsanlaştırma

Prof. Dr. Doğan Kökdemir
Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara – Türkiye

eposta: dogan@kokdemir.info

Derin analizlere girmeden önce sanırım şunu belirtmekte fayda var: Recep İvedik, ilk filminden sonuncusuna kadar ciddi bir gişe başarısı göstermiş, bütün eleştirilere rağmen seri olarak varlığını devam ettirmiş bir üründür. Bu nedenle ne filmi, ne yönetmeni, ne oynayanları eleştirmenin ya da kötülemenin herhangi bir anlamı olmadığını düşünenlerdenim. Hatta bu kadar “kötü” bir film, bu kadar büyük bir ticari başarı kazanmışsa, samimiyetle tebrik edilmelidir.Recep Ivedik

Recep İvedik filminin bu kadar beğenilmesinin nedeni, son olarak yaşanabilir gibi görünen 7 gezegenin bulunmasıyla zirveye ulaşan bilimsel gelişmelerdir. Mutlaka bir şeye kızacaksak ya da daha açık bir ifadeyle kim gidiyor bu filmlere sorusuna yanıt arayacaksak son 50 yılın bilimsel gelişme hızını dikkate almamız gerekmektedir.

Sıradan, normal, ortalama eğitime sahip bir insanın artık dünyayı ve dünyadaki gelişmeleri takip etme şansı kalmadı. Her şey, zaman da buna dahil, daha hızlı akıyor ve değişiyor. Bu korkunç değişime ve hıza ayak uydurmak her geçen gün daha zor oluyor. Belki eskiden sadece 4 mevsimin hangi ayları kapsadığını bilmek yeterliydi ama zaten ilk şokumuz da bununla ilgili olmadı mı? Yılbaşı gecesi Avustralya ve Yeni Zelanda’nın yeni yıla nasıl girdiğini gösteren TRT bizi şoka uğratmamış mıydı? Bizim soğuktan dişlerimiz birbirine vururken aynı anda başkalarının plajlarda olmasına şaşırmadık mı? Dünya’nın sadece büyük değil aynı zamanda farklı olduğunu ilk öğrendiğimizde, bunun arkasının geleceğini de tahmin etmeliydik.

Artık sadece dünya büyük ve farklı değil, insanlar da farklı. Birbirimizden uzaklaşıyoruz ve artık dünyalarımız ayrılıyor. Sadece bilim değil sanat da aklımızın sınırlarını zorlamaya başladı, takip edil(e)mez bir hâl aldı. Bununla başetmenin tek yolu var, mümkün olan her şeyi insanlaştırmak. Recep İvedik bir insanlaştırma projesidir. Bu insanlaştırma sayesinde onu izleyenler tekrar gerçeğe (tabii ki onun gerçekliğine) dokunabiliyorlar. Aktarılan her şey normal hızda, anlaşılır ve anlamlı. Sınırlarımızı zorlayacak hemen hemen hiçbir şey yok. Üzerine çok düşünmek, yorulmak, anlamaya çalışmak, anlamayınca hayal kırıklığı ve çaresizlik yaşamak yok; basit, yalın sahneler arka arkaya bize sunulduğunda artık tekrar eski rahatlığımıza kavuşuyoruz. Yüzlerce ışık yılının ne demek olduğunu anlamak zorunda değiliz, o insana ait değil ki… Bizim ulaşamayacağımız bir gerçek nasıl insana ait olabilir ki zaten?

Evrenin, güneşin, dünyanın, ayın, bitkilerin ve diğer hayvanların insanlar için varolduğunu düşünmek çok büyük bir kibirdir. Bazen – çok sık olmasa da – bu kibrimizden uzaklaştığımızda varoluş sancısı ile başbaşa kalıyoruz. Kim olduğumuz, daha doğrusu ne olduğumuz sorusu zihnimizin görünmez duvarlarına çarpa çarpa yıpratıyor bizi. Bu kaygıdan, korkudan, dehşetten kurtulmanın yolu yaşadığımız dünyayı mümkün olduğunca yoğun bir şekilde insanlaştırmaktır. İnsanlaştırma bir kaçış felsefesidir. Her şeyden yorulduğumuzda, varoluşumuzun anlamını sorgulamaya başladığımızda, tam da gereken yerde ve zamanda Recep İvedik, bize tam da burada, şimdi ve burada, yardıma koşar. O, insanlaştırma felsefesinin, süper kahramanıdır. O her şeyi yeniden insan dünyasına çeker. Bu nedenle seyredilir, seyredilecektir. Kuantum fiziği insana ait değildir; Recep İvedik’in gaz çıkarması ise insansı gerçekliğin ta kendisidir… ve her şeye rağmen bizi mutlu kılar.

Gölge Adam Söylencesi

Tanrıların insanlardan daha fazla olduğu dönemlerde, her yüce dağın zirvesindeki Tanrının kendisi güçlü göstermek için icat ettiği bir oyun vardı bir zamanlar. İnsanlara yaptıkları eziyetlerle eğlenen bu Tanrılar her eziyetin de sonsuz olmasına özen gösterirlerdi. Eğlenceler işkenceye, işkenceler sıradanlığa, sıradanlıklar boş zaman dinginliğine döndüğünde en büyük Tanrı isyan etti olan bitene. “Yeter” diye buyurdu. “Yeter hep aynı oyunlar yeter artık! Ya bana yeni bir oyun icat edersiniz ya da sizleri insanların yanına dost ederim!”. Büyük Tanrının tehdit ettiği diğer Tanrılar ister korkudan deyin isterseniz onların da sıkıldıklarını kabul edin yeni bir oyun arayışına girdiler.

Gölge Adam, işte bu korkunun var kaldığı bir oyun oldu o dönemde. Kuralı basitti, her insana birbirinin kopyası 3 gölge veriliyordu zamanın herhangi bir diliminde, gölgelerden birisi gerçekti güneşten gelen, diğer ikisi ise onun kopyalarıydı. Eğer insan denilen zavallı hangi gölgenin gerçek olduğunu tahmin edebilirse ölümsüz mutlulukla ödüllendirilecekti, eğer yanlış iki gölgeden birisini seçerse bu sefer cezası yerin yedi kat dibindeki yalnızlık odası olacaktı. Zavallı insancıklar, 3 gölge arasında çıldırıyorlardı doğruyu bulmak için. Ödül çok büyüktü ama onlar için asıl önemli olan cezanın büyüklüğüydü. Karar veremediği için aklını yitirenleri olduğu rivayet edilir bu oyunla ilgili. Üç gölgenin arasına çöküp saatlerce, günlerce ağlayanları da gördü topraklar, sürekli kararını değiştirenleri de. Çevreden yardım isteyenlere daha çok rastlantı ama başarıya neden olmadı bu çabalar hiçbir zaman. Bu oyun da o kadar sıkıcı olmaya başlamış ve yeraltı odaları hıncahınç dolmuştu ki, uzaklarda bir yerlerde abartısız bir adamın her seferinde doğruyu bulduğuna tanık olundu. Dedikodu efsaneye, efsane masala, masal meraka dönüştüğünde büyük Tanrı’nın her seferinde doğruyu bilen Gölge Adamı huzuruna çağırması gecikmedi. Tanrılar meraklı ve kıskanç büyük Tanrı ise ağaçların bile fısıldamaya başladığı bu masalı duymak zorunda kaldığı için öfkeliydi.

Gölge Adam huzura geldiğinde, büyük Tanrı ona büyük bir tiksintiyle ve kibirle baktı. “Sen!” dedi bütün haşmetiyle bağırarak, “Sen hangi hile ile, hangi yalan ile her seferinde doğru gölgeyi seçersin. Sen kimsin ki Tanrıların oyununda galip çıkarsın?”. Gölge Adam herhangi bir şey söyledi mi kimse bilmiyor, büyük Tanrının cümlesi bittiğinde yankılanan sesi o kadar uzun hüküm sürdü ki, bu dönemde sesi olan her canlı anlamsız kaldı, bütün sesler hırıltıya döndü. Yankılar bittiğinde Gölge Adam aynı yerde kıpırdamadan duruyordu, gözleri cam gibi keskin olan büyük Tanrı da onun karşısında.

Ve büyük Tanrı “Şimdi!” diye kükrediğinde bütün yıldızlar, güneş, ay ve bilmediğimiz onlarca gezegen yer değiştirdi. Yaşanan büyük karmaşadan korkan herkes gözlerini kapamıştı bile, gözler açıldığında gökyüzünün hiç olmadığı kadar çok güneşle dolu olduğunu gördüler. Her yönde güneş, her yönde ay, her yönde gezegenler ve aralarında süs gibi yerleşmiş parlak yıldızlar. Gökyüzünün bütün gezginlerinin aynı anda göründüğüne tanık oldu doğa. Yerde ise hiç gölge yoktu. Sadece Gölge Adamı çevreleyen belki yüz, olaylara şahit olanlarının anlattığına göre ise en az bin gölge vardı. Tek bir adam ve onun bin gölgesi. Hepsi silik, hepsi gri, hepsi hareketsiz ve hepsi gölge.

“Şimdi seç doğrusunu!” dedi büyük Tanrı, bir Tanrıda olmaması gereken ses tonuyla. “Hadi bakalım şimdi seç doğrusunu da görelim Tanrılarla ne kadar dalga geçebildiğini.”

Gölge Adam, gölgelerin arasında minnacık kalmış olan bu adam hiç tereddüt etmeden işaret etti gölgelerden birisini. “Bu” dedi kısaca. Tereddütsüz, kısa, ani ve iki harfli güvenli bir cevap: “Bu”. Cevabın kısalığına rağmen olan bitenin hiddeti uzun sürdü, orada olanlar yer ve göğün birbirine karıştığına tanık oldular. Her şey sakinleştiğinde hiçbir Tanrı yoktu geride, sadece Gölge Adam, onun tek gölgesi ve olan biteni korkuyla izleyen diğer insancıklar. Tanrılar gitmişti.

Alain de Botton – Felsefenin Tesellisi

2004, Sel Yayıncılık, 307 s.
Çeviren: Banu Tellioğlu Altuğ
Orijinal adı: The Consolations of Philosophy

Felsefe hakkında okumak genel olarak ortalama bir okuyucuya sıkıcı gelmiştir. Bu nedenle zaman zaman felsefi metinleri farklı şekillerde kaleme alındığı, zor metinlerden ziyade anlama önem verildiği görece anlaşılır kitaplar olmuştur. Felsefenin Tesellisi de bu kaygılarla kaleme alınmış bir kitap. Kitapta, kendi alanlarında farklı ve sapak (deviant) olarak tanımlanabilecek ve kuşkusuz felsefeye yön vermiş altı isimden yola çıkarak insani sorunlarımıza bir çözüm arayışı var. Toplum tarafından kabul görmemenin tesellisini Sokrates‘de, yeterince paraya sahip olmamanın tesellisini Epikuros‘da, düşkırıklığı gibi hepimizi yakından ilgilendiren bir sorunun tesellisini Seneca‘da, kendini yetersiz hissetmenin doğallığını ve tesellisini Montaigne‘de, aşk hayatımızdaki kırık kalplerin teselisini karamsar mı karamsar olan Schopenhauer‘da ve nihayet bütün bu zorluklarla yaşamanın tesellisini de Nietzsche‘de bulmaya çalışıyoruz.

Kitabın çok ilginç ve açıkcası başlarda bana biraz da komik gelen bir ayrıntısı var; çok basit kavramlarda bile, o kavramı ya da varlığı görselliştirmek için bir grafik, resim ya da fotoğraf kullanılmış kitapta. Örneğin, bir keçi hikayesini okurken bir de bakıyorsunuz ki paragrafın hemen arkasından bir keçi size selam veriyor. Önce bunu yadırgadım ve gereksiz de buldum ama sayfalar ilerledikçe yazarın bu görselleştirme çabasının aslında genelde “ciddi” konularda yazılmış olan kitapların genel sıkıcılığını önleyebilecek bir eylem olarak kabul ettim. Kitap gerçekten de bir çırpıda okunabilecek şekilde kaleme alınmış, zorlama metinlerden uzak, ders vermeye çalışmayan, kısa ama net anlatımlarla yukarıdaki altı ismin söylediklerini özetleyen başarılı bir eser. Kuşkusuz felsefe alanında çalışan ya da bu konularda okumayı seven kişilere fazla indirgemeci gelebilir ama özellikle bu tür metinleri eline almaya korkan okurlar için iyi bir başlangıç olabilir. Benim kitapla ilgili en çok beğendiğim özellik, okuyucuda merak duygusu uyandırması oldu. Tahmin edilebileceği gibi sadece 300 sayfalık bir kitapta bırakın bu altı önemli filozofunun tanıtılmasının mümkünlüğünü, sadece bir tanesinin hayat hikayesi bile daha büyük hacimli bir kitabın konusu olurdu. Ancak, kitap, sizi en azından bu altı isim hakkında daha fazla şey öğrenme konusunda teşvik ediyor. Başka kitaplar okumanıza ilham veren kitaplar “iyi kitaplar”dır. Bu açıdan Felsefenin Tesellisi başarılı bir eser.

Bu harika hediye için Gülce’ye ayrıca teşekkürlerimle… :)

Ahmet Ümit – Bab-ı Esrar

2008, Doğan Kitap, 396 s.
Idefix Tanıtımı

Bu yıl okuduğum en iyi kitap olarak adlandırabileceğim; üzerinde çalışılmış, düşünülmüş, emek sarfedilmiş harika bir roman. Ahmet Ümit’in kendine has akıcı anlatımı bu sefer felsefik / mistik bir konu ile birleşmiş durumda: Mevlana ve Şems-i Tebrizi. Heyecanlı bir polisiye roman tadında olsa da daha çok felsefik tartışmaları ile dikkatimi çekti. Özellikle varoluş üzerine aktarımları Mevlana’nın ve Şems-i Tebrizi’nin dünyaya bakış açısından okumak çok keyifli.

“… Çoğu zaman mesele Tanrı’nın ne olduğu değil, bizim onda ne gördüğümüzdür. Sevgi dolu olanlar merhameti görür, zalim olanlar şiddeti. Zeki olanlar aklı görür, aptal olanlar kör inancı, alimler bilimi görür, cahiller mucizeyi…” s.33

Kitap hakkında çok şey söylenebilir ancak yukarıdaki cümleleri tek tek anlatmak da belki kitaba haksızlık. Çünkü Bab-ı Esrar bir bütün olarak değerlendirmeyi hakeden bir kitap. Okuyanın kimliğine göre anlama bürünecek bir niteliğe sahip. Ölümsüz aşk peşinde olanların yolculuğunu okumanızı şiddetle öneririm.