Kadın Genel Başkan

Prof. Dr. Doğan Kökdemir
Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara

Athena ile Poseidon arasındaki çekişmede Atina halkı 1 oy farkla Athena’nın yanında yer aldığında, Poseidon Atina’yı sular altında bırakınca, halk öfkesinin doğal olarak Poseidon’a değil o 1 oy farkı yaratan kadına yöneltmişti. Bir sonraki adımda kadınların oy vermesinin pek de “iyi bir şey” olmadığına hükmetmişlerdi. İşte o zamandan bu yana kadınların siyaset sahnesinde yer alması evrimin en yavaş halkası oldu. Homo Erectus’tan Homo Sapiens’e geçişimiz bile daha kolay gerçekleşmiş gibi görünüyor.

Lydia Chapin Tatf, kasaba toplantılarında yasal olarak oy kullanabilmiş ilk kadın. Bu olayın gerçekleşme tarihi ise 1756. Yani 18. yüzyılın ortalarına kadar kadınların siyasi karar alma mekanizmalarının içinde yer alması mümkün olmamış. Tabii ki dünya tarihinde, daha önceki dönemlerde, ülke yönetimi söz konusu olduğunda gücünü hissettiren kadınlar oldu ancak sıradan bir vatandaş olarak bir kadın oy kullanması için yüzlerce yıl beklemek zorunda kaldık. Türkiye’de ise 5 Aralık 1934 tarihinde Anayasa ve Seçim Kanununda yapılan değişikliklerle kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakları güvenceye alınmış oldu. 8 Şubat 1935 yılında yapılan milletvekiliiği seçimleri ile de ilk defa 17 kadın ve bundan bir sene sonra da ara seçimde 1 kadın daha 5. dönem milletvekili olarak TBMM’de göreve başladılar. Her ne kadar bu tarihler “çok yeni” olsa da, Avrupa’daki çoğu ülkeden daha önce kazanılmış (ya da verilmiş) bir hak olması açısından önemlidir.

Siyasi tarihimiz boyunda hemen hemen bütün seçimlerden sonra beklediği başarıyı yakalayamayan siyasi partilerde yönetim değişikliği arayışı olmuştur. Bu, sadece doğal bir süreç değil demokrasi açısından da gerekliliktir. Ancak 1-2 istisnayı saymazsak, bu arayışlarda kadınların isminin “Genel Başkan Adayı” ya da “Partinin Lideri” olarak ortaya çıktığını pek göremeyiz. Her dönem birbirine benzeyen ve söylemleri ne olursa olsun aslında benzer dünya görüşlerini savunan erkek adayların, yüksek perdeden sesleri ve biraz abartılmış özgüvenli görüntüleri ile sahneye çıkmaya hazır olduğunu görürüz. Kuşkusuz hepsi değerli ve kendi bilgilerine, becerilerine ve donanımlarına güvenen, ülkenin ve dünyanın iyiliği için samimi planları, önerileri olan insanlardır. Ancak acaba dünyadaki gerçek sorun(lar)ın ne olduğu konusunda dikkatli analiz yaparlarken, çözüm konusunda o kadar cesaretli olmayabilirler mi?

Bugün belki şimdilik sadece Ortadoğu’da daha şiddetli görünen ama aslında dünyanın tamamına ait olan demokrasi dışı uygulamalar diğer sorunların önündedir ve insanlık tarihi boyunca bütün totaliter yönetimlerin ilk hedefi kadınlar olmuştur. Gerek tek Tanrılı dinlerin etkisi gerekse yönetimde olan erkeklerin bitmez tükenmez hırsları, kadınları hiç değilse ikinci plana atmayı başarmıştır. Tabii ki totaliter rejimlerin asıl derdi kadınlar değildir; özgürlüktür. Dini tabanlı da olsa ırkçı temellere dayansa da bütün bu yönetimler kendilerinden farklı düşünen insanların seslerini kısmak isterken işe en kolayından ve en merkezinden, kadından, başlarlar. Geleneklerin ve inançların da yardımıyla önce kılık kıyafete, sonra toplum içindeki davranışlara ve nihayetinde de sözde kutsal olan aile içi ilişkilere kadar siyasetin (ve idarenin) girdiğini görürsünüz. Günümüzde sadece Türkiye’de değil, Türkiye’yi saran kuşağın büyük bir bölümünde çılgın bir muhafazakarlaşma eğilimi var. Bu eğilimin hedefindeki ilk “düşman” özgür, düşünen, kendi hayatıyla ilgili kendisi karar verebilen, sessiz kalmayan kadınlar. Hangi dini temel alırsa alsın dünyanın her yerinde tutucu akımların ilk hedefi hep kadınlar olur. Önce kıyafetlerine karışılır, sonra ne zaman nereye gideceğine, kaç çocuk doğurması gerektiğine, ne zaman konuşacağına, ne zaman susacağına ve sonunda da ne kadar yaşayacağına karışılır. Muhafazakar erkeklerin en büyük korkusu karşılarına çıkaca özgür kadınlardır. Çünkü bir muhafazakarın ve onun hükümdarının kendisini dinlemeyen, itaat etmeyen, kendi başına karar alan bir kadına tahammülü de yoktur açıkcası onun başedecek donanıma da sahip değildir. Bu nedenle muhafazakar iktidarların asıl hedefi kadınları mümkün olduğunca eğitimin, bilimin, sanatın, özgür düşüncenin dışına itmektir. Cahil olmaya zorlanmış bir kadın bu yöneticiler için harika bir kaynaktır. Kendisi gibi düşünen ve istisnalar hariç hiç itiraz etmeyecek kuşakların yetiştirilmesi için bu kadınlara ihtiyacı vardır. Özgür kadınlar ise şimdi değilse yarın, yarın değilse bir sonraki günü onu tahtından indirmeyi başarabilirler.

Totaliter yönetimlerle / anlayışla mücadele ettiğini söyleyen herhangi bir siyasi partinin belki de aşağıdaki maddeleri dikkate almasında fayda olabilir:

Madem ki siyasetin dili genelde erkek bir dildir; o zaman bırakın sizin siyasi lideriniz bir kadın olsun. Bazı partilerin durumu kurtarmak için uyguladığı eş başkanlıktan bahsedilmiyor burada aksine tek bir siyasi liderden ve bir kadın siyasi liderden bahsediliyor. Daha da cesursanız sadece lideri değil bütün bir yönetimi kadınların oluşturmasına olanak sağlamalısınızdır aslında. Yoksa sadece vitrindeki, edilgen bir kadından bahsetmiyoruz. Gerçek anlamda kadınların yönetmesinden bahsediyoruz. Özellikle demokrasiyi savunan ve hiç değilse söylemde eşitlikçi olan partilerin yürütme organları, kadınların erkeklerden daha “az yetenekli” olduğunu düşünmüyordur herhalde? Her ülkede olduğu gibi Türkiye’ye de sadece kendi mensubu olduğu siyasal partiyi değil yaşadığı ülkeyi ve dünyayı da ileriye götürebilecek potansiyele sahip olan binlerce kadın vardır. Yok, eğer tersinin düşünüyorsanız o zaman kadınları kendi siyasi hareketinizin için zaten hiç almamanız gerekir.

Madem ki bireylerin özgür yaşamını tehdit eden baskıcı ve totaliter rejimlerin sindirmeye çalıştığı ilk grup hep kadınlar oluyor o zaman, örneğin, bırakın bütün belediye başkan adayları kadın olsun. Bu sayede söz konusu siyasi parti bir önceki seçimlerde elde ettiğinden daha yüksek bir oy alır mı? Tahminen hayır. Ancak amaç kaç oy alındığı değildir zaten; amaç hem totaliter zihniyete hem de olan biteni izleyen apolitik insanlara aslında neler olduğunu hatırlatmaktır. Zihinsel olarak kişilerin kendisine çeki düzen vermesine olanak sağlamaktır.

Hangi ideolojiden gelirse gelsin her totaliter rejimin ve onun başındaki yöneticinin korkusu kadınlardır. Nüfusun her zaman %50’sini oluşturan, çocuk eğitimi gibi herhangi bir toplumun geleceğine yön veren sistemi çoğunlukla tek başına elinde bulunduran, eğitimli ve bilgili kadınların elinde hele bir de yönetme gücü olursa, işte o zaman özgürlükleri kısıtlamak hiç de kolay olmaz. Bir toplumun yarısını evde yaşamaya mahkum etmeye kalkarsanız ve bunu başarırsanız o toplumun bir daha kendine gelmesi mümkün olmayacaktır.

Bu ülkenin kurucu ideolojisi özünde devrimcidir. Gerektiğinde statükoyu değiştirme konusunda tereddüt edilmemesi temel düşüncedir. Erkek egemen siyasi iktidar ise şu andaki en ciddi ve güçlü statükodur. Genel seçimlerden sonra hangi siyasi partiler kendilerine “çeki düzen verme” cesaretini gösterecek belli değil, hepsinin bu cesarete sahip olmadığı da çok açık. Ancak eğer olur da bu siyasi partilerdeki insanlar gerçekten bir yenilenmenin, tazelenmenin, olan biteni yeniden ve ayrıntılı düşünmenin önemine inanırlarsa belki geleceğe daha güvenle bakabiliriz. Kadınların siyasetin içerisinde sadece görünmesi değil güçlü olarak varolması söz konusu olduğunda bu bizim geleceğimiz için çok önemli bir adım olacaktır. Burada herhangi bir siyasi ideolojinin ya da siyasi partinin hangi seçimde ne oy aldığı ya da bundan sonra oyunu ne kadar değiştirebileceği gerçekten o kadar da önemli değildir. Oy için mücade edilmez, oy için kavgaya girilmez, oy için asla savaşılmaz ama özgürlükler için bunların hepsi yapılır, yapılmalıdır.

O zaman, bırakın bütün yönetime talip siyasi adaylar kadın olsun.

Henüz evin dışındayken üzerine düşünmekte fayda var…

Son Güncelleme: 11 Kasım 2015

Cumhuriyet Halk Partisi’nin İlk Kadın Genel Başkanı

En son mahalli seçimlerden önce Kadın Başkan adıyla bir yazı yazmış, mahalli idarelerin neden kadınlar elinde olması gerektiğini anlatmaya çalışmıştım. Neredeyse aradan 1 yıl geçti, bu süre zarfında sadece belediye başkanlarını değil hemen sonrasında Cumhurbaşkanını da seçtik. Sorunumuz hala sabit; siyaset sahnesinde kadınlar hala çok azlar ve açıkcası çoğalmaları da çok istenmiyor.

Kadın Başkan yazısına şu cümlelerl başlamıştım:Uluslararası Kadınların Demokrasi Merkezi isimli bir kuruluş, kadınların siyasete etkin olarak giriş tarihini 1756 olarak veriyor. Bu tarihte, ilk defa bir kadın, Lydia Chapin Taft, 3 kasaba toplantısında yasal olarak oy kullanabilmiş.

Athena ile Poseidon arasındaki çekişmede Atina halkı 1 oy farkla Athena’nın yanında yer aldığında, Poseidon Atina’yı sular altında bırakınca, halk öfkesinin doğal olarak Poseidon’a değil o 1 oy farkı yaratan kadına yöneltmişti. Bir sonraki adımda kadınların oy vermesinin pek de “iyi bir şey” olmadığına hükmetmişlerdi. İşte o zamandan bu yana kadınların siyaset sahnesinde yer alması evrimin en yavaş halkası oldu. Homo Erectus’tan Homo Sapiens’e geçişimiz bile daha kolay gerçekleşmiş gibi görünüyor.

Tarihi ve mitolojiyi bir kenara bırakacak olursak, yine bir seçimle karşı karşıyayız. Bu sefer ana muhalefet partisinde bir Genel Başkanlık yarışı olacak. Bu yazı kaleme alındığında, basında yer alan iki aday vardı ve ikisi de erkek: Kemal Kılıçdaroğlu ve Muharrem İnce.

Günümüzde sadece Türkiye’de değil, Türkiye’yi saran kuşağın büyük bir bölümünde çılgın bir muhafazakarlaşma eğilimi var. Bu eğilimin hedefindeki ilk “düşman” özgür, düşünen, kendi hayatıyla ilgili kendisi karar verebilen, sessiz kalmayan kadınlar. Hangi dini temel alırsa alsın dünyanın her yerinde tutucu akımların ilk hedefi hep kadınlar olur. Önce kıyafetlerine karışılır, sonra ne zaman nereye gideceğine, kaç çocuk doğurması gerektiğine, ne zaman konuşacağına, ne zaman susacağına ve sonunda da ne kadar yaşayacağına karışılır. Muhafazakar erkeklerin en büyük korkusu karşılarına çıkaca özgür kadınlardır. Çünkü bir muhafazakarın ve onun hükümdarının kendisini dinlemeyen, itaat etmeyen, kendi başına karar alan bir kadına tahammülü de yoktur açıkcası onun başedecek donanıma da sahip değildir. Bu nedenle muhafazakar iktidarların asıl hedefi kadınları mümkün olduğunca eğitimin, bilimin, sanatın, özgür düşüncenin dışına itmektir. Cahil olmaya zorlanmış bir kadın bu yöneticiler için harika bir kaynaktır. Kendisi gibi düşünen ve istisnalar hariç hiç itiraz etmeyecek kuşakların yetiştirilmesi için bu kadınlara ihtiyacı vardır. Özgür kadınlar ise şimdi değilse yarın, yarın değilse bir sonraki günü onu tahtından indirmeyi başarabilirler.

Özgür kadın aynı zamanda seçim yapan kadındır. Sadece evrimsel olarak bile düşünseniz, eş seçiminde karar verici olan özgür bir kadını “kendisine eş yapmak” isteyen bir erkeğin ortalamanın üzerinde gayret göstermesi gerekir. Halbuki itaat etmek zorunda bırakılan kadınların yaşadığı bir dünyada her erkek (maalesef her erkek) kendisine eş bulabilir ve bunun için nefes alması yeterlidir. Belki de bu yüzden muhafazakar liderler kadınlara “eş ararken çok da seçici olmayın” diyorlar bir anda. Seçim yapmak özgürlüktür, özgürlük ise itaat etmemek demektir.

Bu konularla ilgili çok uzun tartışmalar yapmak mümkün. Ancak ben izin verirseniz ana konuma dönmek istiyorum ve kısaca yazacağım: Cumhuriyet Halk Partisinin yeni Genel Başkanı bir kadın olmalıdır. Kim olacağının, ne kadar oy alabileceğinin belki kısa vadede önemi olabilir ama dünyanın pek çok yerinde, Ortadoğu’nun ise neredeyse tamamında kadınların özgürlüğüne yönelik bu kadar tehdit varken, ulusalcı/solcu, sosyalist/devrimci, liberal/devletçi gibi tartışmaları ancak ikinci derecede önemli buluyorum. Farklı dünya görüşleri, siyasi duruşları olan kadınların yarışmaları tabii ki harika olur ama asıl önemli olan sadece bu seferlik erkeklerin sahneden çekilmesi gerekliliğidir. Erkekler kötü ya da yetersiz olduğu için değil, kadınların var olduğunu yüksek sesle haykırmak için çekilmeliler. Madem ki bizim çepeçevre saran muhafazakarların en büyük korkusu kadın kahkası duymak, bütün ülkeyi bu kahkaha ile doldurmak gerekir.

“Eş Başkanlık” mı?
Sadece güzel ama samimiyetsiz bir vitrin. Bir kadının yönetimde olması için “eş başkanlığa” ihtiyacı yoktur. Kendi başına yönetebilir zaten.

Doğan Kökdemir, PhD
22 Ağustos, Ankara

Ursula K. LeGuin – Balıkçıl Gözü

1978 / 1997, Metis, 159 s.
Orjinal Adı: The Eye of the Heron
Çeviren: Çiğdem Erkal İpek

Bana öyle geliyor ki erkeklerin zayıf ve tehlikeli oldukları nokta, kibirleri. Kadının bir merkezi vardır, bir merkezdir kadın. Ama erkekler öyle değil, onlar erişmektir, uzanmaktır. O yüzden uzanırlar ve bir şeyler koparırlar, bunları etraflarına istif ederler ve ‘ben buyum, ben şuyum, bu benim, şu da benim, benim ben olduğumu size kanıtlayayım’ derler. Ve bunu kanıtlayayım derken de bir çuval inciri berbat ederler.

Yukarıdaki cümleler Vera’ya ait; Victoria isimli gezegene sürgün edilen Şantiyeliler arasındaki bilge kadın. Dünya’da hiç bir şey yolunda gitmeyince bir grup insan başka bir gezegene sürülürler. Haksızlıklardan, ölümlerden, kötülüklerden kaçan bu insanların yeni gezegenlerinde de benzer haksızlıklarla karşılacak olmaları çok şaşırtıcı değildir aslında. Şehirde yaşayan “soylu ve üstün” insanlar ile kasaba da yaşamak zorunda olan ve şehrin bütün işlerini de yürüten Şantiyeliler eninde sonunda sürtüşecektir. Bu sürtüşme arasında kalan kadınlar ise ne erkekleri tek başına bırakacak kadar zalim olabiliyorlar ne de sürtüşmelerin önüne geçecek kadar kuvvetleri var. Bütün olan biten çekişme, her zaman olduğu gibi erkekler arasında yürüyor. Anne, baba, çocuk, arkadaş gibi rollerin önem kazanığı ama sınırlarının da çizilmeye çalışıldığı bu yeni dünyada şehirde yaşayanlar aslında daha çok tutsak gibidirler. Kurallar, gelenekler, yasalar, yapılması gereken işler, alınması gereken kararlar… hiç kimsenin kendisini tanımak için vakti yoktur. Bu açıdan kasabada yaşayanlar çok daha şanslıdır. Her ne kadar şehirdekilerin yaşaması için kendilerine verilen görevleri yapmak zorunda kalsalar da yine de tek kaldıklarında özgürdürler. Yaşam yerlerini değiştirmek istediklerinde şehirdeki yöneticilerin buna onay vermeyeceğini bildikleri halde kendi isteklerini şiddet göstermeden ısrarla vurgularlar. Tabii çatışma kaçınılmazdır.

LeGuin, benim en sevdiğim yazarların başında gelir. Bu aslında ilginçtir çünkü feminist yazarlardan hiçbir zaman hoşlanmamışımdır. Ancak LeGuin, pek çoğundan farklı olarak mesajlarını, anlatmak istediklerini, kadın ve erkek olmanın anlamını gözünüze sokarak, ders şeklinde anlatmaz. O’nun bir hikayesi vardır, kadınlar ve erkekler bu hikayenin içinde rollerini alırlar. Ne demek istediğini hissedersiniz, hak da verirsiniz ve zerre kadar rahatsızlık duymazsınız. Belki de bu yüzden çağımızın en önemli fantastik / bilimkurgu yazarlarından birisi olarak her yazdığı kitap ses getirmiştir. Balıkçıl Gözü, açıkcası bayılarak okuduğum bir kitabı değil. Yerdeniz Üçlemesinden sonra hemen hemen hiçbir kitap aynı tadı vermiyor zaten. Üstelik bu ince kitap okunması zor bir kitap. Kişiler, olaylar, ilişkiler dikkatle, gözden kaçırılmadan okunmalı. LeGuin’in yazdığı bir kitaba olumsuz yorumda bulunmak zordur; ama sanki öykü ya daha erken bitmeliymiş ya da bu kadar erken kesilmemeliymiş hissi yarattı bende. Bu arada çevirmenin “Tanrı” yerine “Allah” kelimesini seçmesi kitapta çok sırıtıyor ama onun dışında bir hata görmedim.

Kısacası kararsız kaldığım bir kitap oldu. Ancak kadın – erkek ilişkileri ya da genel olarak feminizm hakkında farklı bir tarz görmek isteyenler için şiddetle önerebileceğim bir kitap. Ne olursa olsun bir LeGuin kitabı.