Tam Nobel Ödülü Alacağız Bi’ Gülme Geliyor: Yeni Nesil Akademisyenler I

Prof. Dr. Doğan Kökdemir

Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara – Türkiye

eposta: dogan@kokdemir.info

Aklımda uzun zamandır kendi kendime ya da küçük gruplarla başbaşa kaldığımda düşündüğüm, yazmaya karar verdiğim sonra yazmaktan vazgeçtiğim, nihayetinde yeniden yazmak istediğim, bir kere daha sustuğum ama artık en sonunda kelimelere dökülen bir konu var: Yeni Nesil Akademisyenler

Türkiye, bilimde hiçbir zaman önde gelen ülkelerden birisi ol(a)madı, belki bundan sonra da kolay kolay olamayacak. Bilimin ve sanatın ağır aksak ilerlediği toplumlarda bilime ve bilim insanına düşen görevlerin ağırlığı biraz daha fazla oluyor sanırım. Siz, üzerinize düşeni yap(a)mazsanız, çevrede yeterince fazla alternatif olmadığı için koca bir ülke hiçbir şey yap(a)mamış oluyor. Amacım “bizden hiçbir şey olmaz” şeklinde bir kötümser tablo çizmek değil ama durduk yere de “her şey pek bir nefis gidiyor” demek bana doğru gelmiyor. Aslında kitlesel ya da ülkesel gelişimi bir kenara bırakalım benim derdim şimdilik bireysel akademik gelişim ile. Diğer bir deyişle akademik yaşamına yeni adım atan insanlarla.

Benim gözümde yeni nesil akademisyenler çok meşgul insanlar. Gerçekten öyleler. Tam olarak ne yaptıklarını, zamanlarını nasıl kullandıklarını ya da kullanamadıklarını bilemiyorum ama delice bir meşguliyet içinde oldukları çok açık. Hiçbir şeye zamanları yok gibi sanki. Yanlış anlaşılmasını istemem, üzerlerine düşen görevleri aksattıklarını söylemiyorum, o konuda herhalde çok eksiklikleri yoktur ama o görevlerin dışına bir adım attığınızda yorgunlukla çevrilmiş fantastik meşguliyetlerini görebilirsiniz. Gözümün önüne oradan oraya koşan ama ne yaptıklarını anlamadığımız insanlar geliyor. Sürekli ama sürekli koşuyorlar. Durdurmanız, duraksatmanız, bakışlarını başka bir yere yöneltmelerini sağlamanız mümkün değil. Çok hızlı koşuyorlar. Koşarken de sürekli fazladan en az 3 makale okuyorlar her gün (tabii ki son 5 yılın makaleleri).

Benim gözümde yeni nesil akademisyenler sadece önemli işlerle ilgileniyorlar. Zaten olması gereken de o değil mi? Her hafta girmek zorunda oldukları … saat dersi veriyorlar; her yıl ya da hiç değilse iki yılda bir en az 1 makale “submit” ediyorlar; onun dışında olur da herhangi bir idari göreve bulaşmışlarsa onların da toplantılarına tabii ki katlanıyorlar. İlgi sorunumuz yok çok şükür. Sadece onlara ne yapmaları gerektiğini açık ve net olarak lütfen önceden bildirin (mümkünse 1 yıl önceden). Tabii ki saçma saçma riskler alıp başımıza yeni icatlar çıkarmıyorlar; üstlerine vazife olmayan (daha doğrusu üstlerine zorunlu olmayan) gereksiz işlerle uğraşmıyorlar; hatta bir dudak bükme hareketiyle bu hataları yapanları da uyarıyorlar… uyarıları dinlemeyenler cezasını çeksin.

Onlar sayesinde eski kuşağın düzen merakından da kurtulduk. Neymiş efendim sadece neyin yapıldığı değil nasıl yapıldığı da önemliymiş. Hiç böyle bir saçmalık olur mu? Titizleneceğim diye kaybettiğiniz zamanlarda fazladan en az 3 makale okursunuz her gün (tabii ki son 5 yılın makaleleri).

Benim gözümde yeni nesil akademisyenler sihirbazdırlar. Özellikle de istatistik konusundaki sihirbazlıkları seyretmeye doyamayacağınız cinstendir. Ellerinden herhangi bir hipotezin desteklenmeden kurtulması mümkün değildir. t-test, olmadı ANOVA, bir sonraki etap MANOVA, azıcık SEM, hiçbir şey olmazsa şöyle havalı bir “mediator” analizi… kuvvetli istatistiklerle bezenmiş bir makalenin Guernica ile yarıştığı söylenir halk arasında. Ben hiç şahit olmadım ama bir parmak şıklatması ile standart sapmaları 0.01’e indirenler bile oluyormuş bu dünyada. Araştırma sorusunun önemini, kuramsal çalışmaların önemini abartanlar yüzünden gelişemedi bu topraklarda bilim. Bu artık değişecek.

Benim gözümde yeni nesil akademisyenler öğrencilerle mükemmel profesyonellikte bir bağ kurmuş durumdalar. Gerçek bir profesyonellik söz konusu. Neyi, ne zaman, nasıl yapacaklarına öğrenciler değil kendileri karar veriyorlar. Bu konuda yalnız olmadıklarını söylemeden geçmeyelim. Yaşları biraz daha eski ama yürekleri yeni diğer akademisyenlerin de desteği ile yeni lisansüstü programlarının açılmasını öyle kolay kolay kabul etmiyorlar. Lisans öğrencilerini zaten hiç konuşmayacağım bile. Aslında bir akademisyenin lisans öğrencilerinin yüzüne bakması bile abartılı bir davranıştır. Onlarca öğrenci ile vakit harcayacağınıza fazladan en az 3 makale okursunuz her gün (tabii ki son 5 yılın makaleleri). Tamam öğrencilerin isteği olabilir, hatta alanın ihtiyacı, hadi abartalım ülkenin ihtiyacı da olabilir ama bir dakika lütfen… bu kadar yoğunlukta nasıl olacak bu?

– Hayır efendim doktora programı falan açamayız şu anda.
– Neden, yeterince öğretim üyeniz mi yok?
– Yooo fazlası var, o konuda bizim bölümün eline su dökemez kimse.
– Eee, neden o zaman?
– Yukarıda yazdık ya! Meşgulüz, meşgul! Makale okuyoruz.

Haklılar… Saf saf kızmayın bu diyoloğa, gerçekten haklılar. Siz Nobel ödülü kolay mı alınıyor zannediyorsunuz? Onların, kimsenin okumadığı makalelerin yazarları oldukları sizin uydurmanız. Koca bir ülke Nobel’e koşuyor, siz ayakta uyuyorsunuz.

AMA

Yeni nesil akademisyenler makalelerden fırsat bulup bir ara LeGuin okusalardı, ihtiyacımız olanın yeni sihirbazlar değil büyücüler olduğunu anlarlardı. LeGuin okuyanlara gelince… bu yazı sizin için yazılmadı zaten.

d40_floatingman
(c) 2017, Doğan Kökdemir

Recep İvedik ve İnsanlaştırma

Prof. Dr. Doğan Kökdemir
Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara – Türkiye

eposta: dogan@kokdemir.info

Derin analizlere girmeden önce sanırım şunu belirtmekte fayda var: Recep İvedik, ilk filminden sonuncusuna kadar ciddi bir gişe başarısı göstermiş, bütün eleştirilere rağmen seri olarak varlığını devam ettirmiş bir üründür. Bu nedenle ne filmi, ne yönetmeni, ne oynayanları eleştirmenin ya da kötülemenin herhangi bir anlamı olmadığını düşünenlerdenim. Hatta bu kadar “kötü” bir film, bu kadar büyük bir ticari başarı kazanmışsa, samimiyetle tebrik edilmelidir.Recep Ivedik

Recep İvedik filminin bu kadar beğenilmesinin nedeni, son olarak yaşanabilir gibi görünen 7 gezegenin bulunmasıyla zirveye ulaşan bilimsel gelişmelerdir. Mutlaka bir şeye kızacaksak ya da daha açık bir ifadeyle kim gidiyor bu filmlere sorusuna yanıt arayacaksak son 50 yılın bilimsel gelişme hızını dikkate almamız gerekmektedir.

Sıradan, normal, ortalama eğitime sahip bir insanın artık dünyayı ve dünyadaki gelişmeleri takip etme şansı kalmadı. Her şey, zaman da buna dahil, daha hızlı akıyor ve değişiyor. Bu korkunç değişime ve hıza ayak uydurmak her geçen gün daha zor oluyor. Belki eskiden sadece 4 mevsimin hangi ayları kapsadığını bilmek yeterliydi ama zaten ilk şokumuz da bununla ilgili olmadı mı? Yılbaşı gecesi Avustralya ve Yeni Zelanda’nın yeni yıla nasıl girdiğini gösteren TRT bizi şoka uğratmamış mıydı? Bizim soğuktan dişlerimiz birbirine vururken aynı anda başkalarının plajlarda olmasına şaşırmadık mı? Dünya’nın sadece büyük değil aynı zamanda farklı olduğunu ilk öğrendiğimizde, bunun arkasının geleceğini de tahmin etmeliydik.

Artık sadece dünya büyük ve farklı değil, insanlar da farklı. Birbirimizden uzaklaşıyoruz ve artık dünyalarımız ayrılıyor. Sadece bilim değil sanat da aklımızın sınırlarını zorlamaya başladı, takip edil(e)mez bir hâl aldı. Bununla başetmenin tek yolu var, mümkün olan her şeyi insanlaştırmak. Recep İvedik bir insanlaştırma projesidir. Bu insanlaştırma sayesinde onu izleyenler tekrar gerçeğe (tabii ki onun gerçekliğine) dokunabiliyorlar. Aktarılan her şey normal hızda, anlaşılır ve anlamlı. Sınırlarımızı zorlayacak hemen hemen hiçbir şey yok. Üzerine çok düşünmek, yorulmak, anlamaya çalışmak, anlamayınca hayal kırıklığı ve çaresizlik yaşamak yok; basit, yalın sahneler arka arkaya bize sunulduğunda artık tekrar eski rahatlığımıza kavuşuyoruz. Yüzlerce ışık yılının ne demek olduğunu anlamak zorunda değiliz, o insana ait değil ki… Bizim ulaşamayacağımız bir gerçek nasıl insana ait olabilir ki zaten?

Evrenin, güneşin, dünyanın, ayın, bitkilerin ve diğer hayvanların insanlar için varolduğunu düşünmek çok büyük bir kibirdir. Bazen – çok sık olmasa da – bu kibrimizden uzaklaştığımızda varoluş sancısı ile başbaşa kalıyoruz. Kim olduğumuz, daha doğrusu ne olduğumuz sorusu zihnimizin görünmez duvarlarına çarpa çarpa yıpratıyor bizi. Bu kaygıdan, korkudan, dehşetten kurtulmanın yolu yaşadığımız dünyayı mümkün olduğunca yoğun bir şekilde insanlaştırmaktır. İnsanlaştırma bir kaçış felsefesidir. Her şeyden yorulduğumuzda, varoluşumuzun anlamını sorgulamaya başladığımızda, tam da gereken yerde ve zamanda Recep İvedik, bize tam da burada, şimdi ve burada, yardıma koşar. O, insanlaştırma felsefesinin, süper kahramanıdır. O her şeyi yeniden insan dünyasına çeker. Bu nedenle seyredilir, seyredilecektir. Kuantum fiziği insana ait değildir; Recep İvedik’in gaz çıkarması ise insansı gerçekliğin ta kendisidir… ve her şeye rağmen bizi mutlu kılar.

Eski Amerika ve Donald Trump’ın Zaferi

Prof. Dr. Doğan Kökdemir
Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara – Türkiye

eposta: dogan@kokdemir.info

8 Kasım 2016 tarihinde yapılan başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi Partinin adayı Donald Trump, Demokrat Partinin adayı Hillary Clinton‘ı hiç beklenmedik bir şekilde yenilgiye uğratttı. Bu sonuç, sadece ABD için değil, dünya kamuoyu için de “süpriz” olarak algılandı. Doğal olarak, “neden böyle oldu?” sorusuna yanıt arayan uzmanlar, analizlerini yayınlamaya başladılar. Bu analizlerin (şu anda okuduğunuz da dahil) en zayıf noktası, analizlerin “post-hoc” olmasıdır. “Post-hoc” kavramı, “olan bitenden sonra” diye çevrilebilir. Diğer bir ifadeyle, elinizde bir sonuç varken, o sonuçla ilgili geriye dönüp çıkarım yapmak kolay ama çok da bilimsel değildir. Doğru olan “apriori” yani “olaydan önce” çıkarım yapmak becerisine sahip olmaktır. Bu nedenle bu yazıyı da aynı zayıf noktaya sahip bir yazı olarak okumaya devam etmeniz doğru olacaktır.

Trump ve Clinton arasındaki seçim mücadelesinin mutlaka görünen ya da görünmeyen stratejik kırılma noktaları olmuştur ya da her iki adayın seçim politikasının, seçmenler gözündeki yansımaları mutlaka çok önemlidir. Ancak, ortalama bir seçmen için belki de bütün bunlardan daha önemli iki değişken var: Değişim ve uyum.

21. yüzyıl, özellikle bilimsel alandaki gelişmelerin hız kesmediği, buna ek olarak sosyal politikaların da sorgulanmaya başlandığı, eğitimin çok daha önemli olduğu ve hepsinin toplamında bireyler arasındaki farkların arttığı bir yüzyıl gibi görünüyor. Bu yüzyılda eğitimli ile eğitimsiz, zengin ile fakir, mutlu ile mutsuz, sağlıklı ile sağlıksız arasındaki farklar giderek açılmaya başladı. Genel istatistiksel eğilimin devam ettiğini düşünecek olursak bu farklılıkların daha olumsuz olan uçlarındaki yığılma, olumlu uçlardaki yığılmadan çok daha fazla. Dünyanın herhangi bir yerindeki “ortalama” bir insanın eğitim, sağlık, yaşam koşulları gibi değişkenler açısından istediği (ya da olması gereken) yerde bulunmadığını söylemek çok yanlış olmayacaktır. Bundan farklı olarak daha iyi bir dünyada yaşamak amacıyla sosyal ve kültürel politikalarda olması gereken değişimleri de görüyoruz. Cinsiyet eşitliği, etnik köken eşitliği, cinsel yönelimlerle ilgili olarak daha liberal politikların uygulanması, sanat, bilim ve spor alanlarına yatırımların daha da artması … vb. Bu gerçekten iyi olan politikalar sıklıkla gerçekten kötü olan tercihleri ortaya çıkarabiliyorlar.

İnsanların eşitliğini savunan ve bunu hayata geçiren politiklar nasıl oluyor da tam tersi adayları kuvvetlendiriyor diye düşünebilirsiniz. Aslında sorunun cevabı yine sorunun içinde gizli. Örneğin, ortalama bir ABD vatandaşı için – normal şartlar altında – karşısındaki kişinin cinsel yöneliminin ne olduğu o kadar önemli olmayabilir. Ancak eşitlik ve haklarla ilgili mücadeleler arttığında, ilgili konularda daha fazla şey söylenmeye başlandığında, o ortalama ABD vatandaşı, her şeyi bir kenera bırakın, sadece zihinsel olarak bile bu duruma alışmak (adaptasyon göstermek) için yoğun bir enerji harcayacaktır. Çünkü siz ona yaşadığı eski dünyanın değiştiğini ve yeni bir dünyanın geldiğini söylüyor olacaksınız. Kendi başına kaldığında bu yeni dünya ile ilgili fikirlerin hepsine itiraz etmiyor olsa da, onu kendi dünyasında da ayarlama yapması için zorlamış olacaksınız. (Burada bir parantez açalım. Bu zorlama yapılmalı mı sorusuna dünya görüşü olarak cevabım evet ama istediğinizin tam tersine yol açma riskini yok saymamanız gerektiğini söylemek lazım.)

İçinde yaşadığınız evi yeniden tasarlamak isteyen 2 iç mimar var. Bunlardan ilki size yaşadığımız yüzyıla uygun, çağdaş, kullanışlı, modern, diğer evsahiplerine örnek olabilecek bir tasarım sunuyor. Ancak bu tasarım için evinizdeki hemen her şeyi değiştirmeniz, bir kısmını da atmanız gerekecek. Tasarımda sizin kontrolünüz yok, ne olduğunu bittiğinde göreceksiniz. İkinci iç mimar ise size, evinizin genel olarak güzel olduğunu sadece bazı yerleri sağlamlaştırarak büyük bir rahatlıkla torunlarınıza bile miras bırakacabileceğiniz bir tasarım sunuyor. Bu tasarımda, değişim olabilecek en az şekilde sizi rahatsız edecek, yeni şeylerden ziyade eskilerin yeni modelleri veya sağlamlaştırılmış halleri ile değişim sağlanacak. Kılınızı bile kıpırdatmayacaksınız. Aslında bu tasarımda da kontrol sizde değil ama aşağı yukarı nasıl bir şey olacağını hayal edebiliyorsunuz. Hangisini seçerdiniz?

Sosyal psikoloji kuramları (örnek, Dehşet Yönetimi Kuramı ve Sistemi Meşrulaştırma Kuramı), eğer bu dünya üzerinde kendinizi yeterli, güçlü, değerli hissetmiyorsanız ikinci iç mimarın sizi ikna edebileceğini iddia edecektir. Diğer bir ifadeyle, değişimlere uyum sağlayacak kadar yeterli değilsem (ya da öyle hissetmiyorsam) neden değişim isteyeyim ki?

Bütün bunlar ne anlama geliyor?

Bütün bunlar başımızın belada olduğu anlamına geliyor. Daha iyi bir dünya için onlarca şeyin değişmesi gerektiğini biliyoruz, bu değişimlerin insanca yaşamak için zaruret olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak değişimleri yapmaya kalktığımızda şu andakinden daha kapalı, daha muhafazakar, daha otoriter yönetimlere de yol açıyoruz. Burada temel nokta politik ideolojiler değildir, temel nokta ortalama insanın kendisini ortamalada tutacak olan liderlere olan arzusudur. Diğer bir ifadeyle, herhangi bir siyasi hareketin başarılı olmasını istiyorsanız onun başına vasatın üzerine çık(a)mayan bir yönetici atamanız yeterli olacaktır. Çünkü çoğunluk, sadece onun kendisini değişime zorlamayacağından emin olabilir.

Bu, önemli bir çıkmazdır. Bu çıkmazdan kurtulmayı başaran liderler tarih boyunca olmuştur. Belki de onların neyi nasıl yaptığını yeniden incelemek fena bir fikir olmayabilir. ABD’de hangi lideri örnek alacakları ya da neyi yeniden okuyup araştıracaklarını kestiremiyorum ama Türkiye’de değişimi isteyen politik aktörler belki de Nutuk‘u yeniden okuyarak işe başlayabilirler.

Londra Düştü: Brexit’in Sosyal Psikolojisi Hakkında Kısa Bir Not

Doğan Kökdemir
Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara – Turkiye

e-posta: dogan@kokdemir.info

M. Night Shylaman’ın 2004 yılında vizyona giren The Village (Köy) filmini görme şansınız oldu mu? Film, Pensilvanya yakınlarında, oldukça küçük ve bir o kadar da yalıtılmış bir köydeki insanların yaşamları ile ilgilidir. Köyde yaşayanlar kendi istekleriyle tam bir hapis hayatı yaşamaktadırlar çünkü köyün ileri gelenleri köy ile orman arasındaki sınırın geçilmesi halinde bazı yaratıkların onlara zarar vereceğine herkesi inandırmıştı. Kısacası sınırı geçerseniz, ölümün sizi yakalaması işten bile değildi. Nereden ve nasıl geleceğini bilemedikleri ve nedenini anlamadıkları bu belirsiz ölüm tehlikesi karşısında köyde yaşayanların yapabilecekleri tek şey vardı: Kurallara uymak, liderleri dinlemek ve asla sınırı geçmemek.

Sosyal psikoloji alanyazınında, bireylerin belirsizlik ve ölüm korkusu altındaki davranışlarının dinamiklerini açıklamaya yönelik oldukça fazla sayıda araştırma ve kuram vardır. Bu kuramlardan biri, Dehşet Yönetimi Kuramı (DYK; Greenberg, Pyszczynski ve Solomon, 1986), bize insan davranışının basit bir başlangıç argümanını hatırlatır: Diğer türlerin aksine, insan kendi kaçınılmaz ölümünün farkındadır. Bu argüman insan davranışını kavrama konusunda çok basit görünse de, pek çok çalışma, ölüm farkındalığı durumunda insanların kendi dünyagörüşlerini savunma konusunda daha muhafazakar, radikal ve köktenci olduklarını göstermiştir. Diğer bir ifadeyle, insanlara kendi ölümlülükleri hatırlatıldığında, kendi iç gruplarına bağlılıkları artarken, “diğerleri”ni dışlama eğilimine giriyorlar. Kökdemir ve Yeniçeri (2010) tarafından yapılan bir çalışmada, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler bölümünde okuyan Türk öğrencilere, sanal bir bütçeyi uluslararası ilişkileri güçlendirmek için kullanmaları söylendi. Ölüm farkındalığı grubundaki (kendi ölümlülükleri hatırlatılmış oldukları durumda) öğrenciler bütçenin çoğunu Türkmenistan, Irak, Hindistan ve Çin gibi ülkeler için kullanmayı tercih ederken, kontrol grubundakilere göre aynı ülkeler için harcanması planlanan para neredeyse yarı yarıyaydı. Daha da önemlisi, ölüm farkındalığı grubunda Yunanistan ve Ermenistan gibi rakip ülkeler bütçeden en düşük payı alan ülkeler oldular. Aslında kural çok basit: Çevrenizde bir tehlike varsa ve bu tehlike savaş, terör, doğal ya da insan yapımı bir afet gibi yaşamsal bir tehlikeyse, kendinizi güvenli hissetmenizin tek yolu dışarıdan girişlerin engellendiği küçük ve kapalı bir sistemde yaşamaktır.

Brexit bununla ilgilidir. Elbette Haziran 2016’da yapılan referandumun sonuçlarıyla ilgili olarak tartışalılabilecek sayısız siyasi argüman olacaktır. Ancak insanların oy verirken kendi ilgilerini, umutlarını ve korkularını düşünerek oy verdiklerini unutmamak gerekir; yoksa üst düzey siyaset çoğu zaman onları ilgilendirmez. Şurası açık ki Büyük Britanya vatandaşları kendi geleceklerinin belirsizliği ve sınırları dışındaki dünyada olup bitenler konusunda korkmuş ve kaygılanmış durumdalar. Savaşların ya da terör olaylarının sınırlarla engellenemeyeceğini biliyoruz ama sokaktaki insanlar da The Village (Köy) filmindeki insanlar gibi belirsizlikle savaşmak için mümkün olduğunca kapalı bir dünyada yaşamayı tercih etmiş durumdalar.

Kendimiz için kapalı, korunaklı ve küçük bir dünya tasarlamış olmamız, bizi savaşlardan ve terörizmden korur mu? Cevap oldukça kısa: Hayır.

Kaynakça


Greenberg, J., Pyszczynski, T., & Solomon, S. (1986). The causes and consequences of a need for self-esteem: A terror  management  theory.  In  R. F.  Baumeister  (Ed.), Public self and private self (pp. 189–192). New York: Springer-Verlag.

Kökdemir, D. ve Yeniçeri, Z. (2010). Terror management in a predominantly  muslim  country:  The  effects  of  mortality salience on university identity and on preference for the  development  of  international  relations. European Psychologist, 15(3), 165-174.

Ahmet Ümit – Elveda Güzel Vatanım

2015, Everest Yayınları, 558 s.

Prof. Dr. Doğan Kökdemir
Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara

… Biz de Poe gibi, ızdırabımızla alay etmeyi başardığımızda insan olmaya bir adım daha yaklaşacağız… Şu sokakları dolduran kalabalıkların kaç tanesi, Poe gibi sadece insan olmanın kederini hissedebilir?… sadece hayatın manasından söz ediyorum. Niye yaşıyoruz? Amacımız ne? Varolma meselesi yani, ruhumuzdaki o kadim sızı

Ahmet Ümit’in Elveda Güzel Vatanım romanı ile ilgili olarak belki de en sonra söylemem gerekeni en başta söyleyeyim: Bu roman, şimdiye kadar Ahmet Ümit imzası taşıyan romanlar arasında bir başyapıt. Bu romanı okumam yaklaşık 20 günümü aldı. Bu, benim için çok uzun bir süre. Genel olarak çok hızlı okuyan birisi olarak, belki de ilk defa roman hemen bitmesin ve okurken de bir şeyler kaçırmayayım diye kelimeleri tane tane okumaya gayret ettim. Başkomser Nevzat karakterine alıştığımız, polisiye kurgusunu ve anlatış tarzını severek takip ettiğimiz Ahmet Ümit, Elveda Güzel Vatanım‘da sınırları zorluyor. Tahminen pek çok kitap yorumu sayfasında bu roman, İttihat ve Terakki üzerine yazılmış bir tarihi roman olarak aktarılacaktır. Sanırım ben biraz farklı okudum. İttihat ve Terakki hakkında çok bilgi içerdiği ve yakın tarihimizle ilgili merak uyandırdığını yadsıyacak değilim ama bu roman benim için iki içiçe geçmiş konuyu işliyor: Bunlardan ilgili varoluş sorunu ikincisi ise aşk

Kitabın ana karakteri Şehsuvar Sami Bey ve onun aktardığı diğer kuvvetli karakter Ester arasındaki ilişki, kahramanların kendileriyle ve diğeleriyle yaptıkları hesaplaşma ve sorgulama gerçekten çok iyi kurgulanmış. Bu ilişki Meşrutiyet Döneminde de geçebilirdi, Ortaçağda da ya da uzak bir gelecekte de… tadının çok değişeceğini sanmıyorum. Ancak bunu yazarken şöyle bir haksızlık yapmaktan da çekiniyorum: Elveda Güzel Vatanım, üzerinde iyi çalışılmış, dikkatlice ve özenlice aktarılmış bir tarihi roman özelliği taşıyor. Hatta bu konuda o kadar iyi ki, o dönemi anlatan tarih kitaplarını okumak için sizde derin bir istek uyandırıyor. Bir romanın, daha fazla okuma için teşvik etmesi çok büyük bir başarıdır; okuyucuyu kavradığına işarettir.

Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar uzanan romanın neredeyse mistik bir havası var. Baş anlatıcı Şehsuvar Sami Bey’le zamanlar arası bir ittifak kurup, olan biteni birlikte anlamaya çalışırken, Enver Paşa’dan Mustafa Kemal’e kadar tarihin önemli karakterlerini gözümüzün önünde hala yaşayan insanlar olarak kendi işlerine devam ediyorlar. Sanki onlar tarihte kalmadı da, biz geçici olarak onları ziyaret ettik gibi hissediyoruz. Roman, bu nedenle çok etkileyici.

Tabii şunu da söylemeden geçmemek lazım; her ne kadar “tarihi” bir hikaye anlatılıyor olsa da, bu hikayenin 21. yüzyıl Türkiye’sine benzerliği de şaşırtıcı. Özellikle devlet – iktidar, devlet – halk, iktidar – diğer iktidar ilişkileri açısından bu benzerlikler tartışılmaya, üzerinde konuşulmaya değer.

Okumamak çok büyük bir kayıp olacaktır.