Sosyal Psikolojik Açıdan 1 Kasım 2015 Türkiye Genel Seçimlerinin Değerlendirilmesi

Prof. Dr. Doğan Kökdemir

Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara

Genel olarak psikoloji, özel olarak da sosyal psikoloji, “İnsanlar neden davrandıkları şekilde davranırlar?” sorusuna yanıt arar. Bu açıdan bakıldığında her ülkedeki yerel ve genel seçimler, sadece siyasetçiler, siyaset bilimciler, gazeteciler açısından değil, sosyal psikologlar açısından da ilginç bir inceleme konusudur. Siyasi davranış ve siyasi davranışın bir temsili olarak oy verme davranışı üzerine her alandan uzmanlar farklı bakış açıları ile olayı irdelemeye çalışırken doğal olarak yanlı ve yanlış kararlara da varabilmektedirler. Bu nedenle, şu anda okuduğunuz yazıyı da potansiyel hatalara sahip olabileceği bilgisi ile okumanız önerilir.

Koalisyon İsteyen Seçmenler ya da Tek Başına Güçlü Hükümet İsteyen Seçmenler

Seçimlerden sonra, seçim sonuçlarına bağlı olarak gazete yazılarında sıklıkla görebileceğiniz bu tip değerlendirmelerin; yani seçmenlerin kendi isteği ile koalisyon istemesi, herhangi bir partiyi tam baraj sınırında bırakarak “kulağını çekmesi”, başka bir partiye çoğunluk verip ama yine de anayasayı değiştirecek kadar çoğunluk vermek “istememesi” gibi çıkarımlar, en basit tanımıyla hayalidir. Herhangi bir seçim bölgesindeki seçmenlerin tamamının biraraya gelerek, kendi aralarında hangi partilere hangi nedenlerle ve hangi oranda oy vereceklerini belirlememiş olduklarını bildiğimize göre, yukarıdaki cümlelerde anlatılmak istenen “seçmen üst aklı” gibi bir beklentinin gerçek olma olasılığının yüksek olmadığı açıktır. Hemen hemen bütün seçmenler, kendi oy verdikleri siyasi partinin tek başına ve mümkün olan en büyük güçle iktidara gelmesini ister, hemen hemen hiçbir seçmen “benim partim çok iyi ama milletvekili sayısı şu rakamı geçmezse iyi olur” demez. Hatta bu beklentiler gerçekçi olmasa bile bir mucize beklentisi son ana kadar sürer.

Seçmen Hareketi Neden Olur?

Seçmenler tek bir insan değillerdir. Bütün seçmenlerin, ortak noktaları tabii ki olmakla birlikte, kendilerine has özellikleri, beklentileri, hayalleri vardır. Azımsanmayacak sayıda bir seçmen kitlesinin, kendi geleneklerine ya da dünya görüşüne bağlı olarak ne olursa olsun aynı partiyi desteklemeye devam ettiğini tahmin etmek zor değil ancak sonucu etkileyecek seçmen hareketine sahip olan ve kamuoyu araştırmalarında zaman zaman “kararsız seçmen” ya da “iki parti arasında gidip gelen seçmen” olarak tanımlanan kalabalık bir kitlenin de olabileceğini akılda tutmamız gerekmektedir. Başarılı bir seçim stratejisi çoğunlukla bu seçmenlerin üzerine yoğunlaşır ve siyasi partiler söz konusu “kararsız” seçmenleri kendi tarafında doğru çekmek için politika oluşturur.

Ancak sosyal psikolojik açıdan oy verme davranışına bakıldığında kısa zaman içerisindeki kitlesel oy hareketlerinin nedenlerinin sadece siyasi partilerinin programlarındaki değişikliklerle açıklamaya çalışmak çok mantıklı olmayacaktır. Özellikle Türkiye’deki son iki seçim arasındaki 5 ay gibi kısa bir süreye rağmen yaklaşık 5 milyon seçmenin yer değiştirmesi farklı açıklamalara ihtiyaç duymaktadır. Siyasi davranış üzerine yorum yapan uzmanlar, bu 5 aylık dönemdeki en önemli değişikliğin artan terör olayları olduğunu konusunda hem fikirler. Ancak, kendilerinin ifadesiyle artan terör eylemlerinin, rasyonel olarak iktidarın bir başarısızlığı olarak görülmesi ve bu nedenle de oy potansiyeli azaltması gerekirken, tam aksi bir sonucun ortaya çıkması ilginçtir. Aynı yorumcular, bunun nedeni olarak çoğunlukla milliyetçi seçmenin “tek başına iktidar” olasılığı yüksek partiyi seçerek “devleti kuvvetlendirme” isteğini işaret etmektedirler. Bu açıklmaya ek olarak, diğer partilerinin uyumsuzluğu, iktidara gelme olasılıklarının azlığı, yeniden bir hükümet bunalımı yaşama olasılığı gibi nedenler de dillendirilmektedir. Kuşkusuz tüm bunlar seçmen hareketini etkileyen faktörler içerisindedir.

Terör Olayları Neden İktidarları Olumsuz Etkilemez?
Tamamen olumsuz etkilemez diyemeyiz ancak sosyal psikoloji kuramları (özellikle Dehşet Yönetimi Kuramı) insanların ölümlü olduklarına dair farkındalıklarının yarattığı ölüm korkusunun (dehşet), özsaygı ve/veya kültürel dünya görüşüne artan bir aidiyetle bağlanma isteğiyle hafifletilebileceğini ileri sürmektedir. Diğer bir ifadeyle, eğer yaşadığınız ülkede, çevrede ölüm, özellikle de sizi de tehdit etme özelliği yüksek olan bir belirsizlikle birlikte varoluyorsa, bu korkunun yaratacağı rahatsızlıkta kaçmak isteyeceksiniz. Burada önemli olan sadece sizin çevrenizdeki insanların ölümü nedeniyle travma yaşamanız, üzülmeniz, öfkelenmeniz değildir; bu ölümler size de sizin ölümlü olduğunuzu yeniden hatırlatır. Bu dehşetten kurtulmanın iki yolu vardır: (1) kendinizi bu dünya üzerinde değerli bir varlık olarak tanımlıyorsanız, özsaygınız yüksekse, ya da daha basit bir tanımla birey olarak kendinizi güçlü hissediyorsanız, ölüm farkındalığının yaşatacağı dehşet daha düşük olacaktır ya da (2) eğer siz kendinizi o kadar güçlü hissetmiyor olsanız bile, size bu gücü yaşatacak bir grubun üyesi olmak yeterli olacaktır.

Tahminen kitlesel oy hareketlerinin olduğu grup ikinci gruptur. Bireysel özellikleri sayesinde yaşadığı dehşetle istediği kadar sağlıklı bir şekilde başedemeyen bir seçmenin, kendisini, kendi varoluş algısını korumak için güçlü bir gruba ihtiyacı vardır. Bu güçlü grup her zaman bir siyasi parti olmak zorunda değildir kuşkusuz, çoğu zaman futbol takımı taraftarlığı da aynı etkiyi yaratacaktır, hatta daha küçük grupların (dernekler, sendikalar gibi) üyesi olmak ve oradaki insanlar da “biz birlikteyiz, yalnız değiliz” mesajı almak da işe yarayacaktır. Ancak, kuvvetli bir siyasi irade, özellikle söz konusu ölüm dehşeti genel ve belirsiz bir konuyla ilgiliyse (terör gibi) insanların kendisine sarılması için daha iyi bir aktör olacaktır. 11 Eylül olaylarından sonra Amerikan seçmeninin bir kere daha (süpriz olarak) George W. Bush’u başkan olarak seçmesini belki de bu durumun en iyi örneklerinden birisidir. Hareket kabiliyeti olan seçmen, daha önce bir siyasi partiye mutlak bir bağlılık içinde kendisini tanımlamadıysa, ortamda dehşet varken yakınlaşmak isteyeceği yer potansiyel iktidar olacaktır. Aslında, bu davranış özelliği diğer partileri de kapsıyor, ideolojik olarak kendisini bir partinin “neferi” olarak tanımlayan seçmenlerin kendi partilerine yapışması kaçınılmazdır, diğer bir ifadeyle kemik oylar yerinde ve daha sağlam bir şekilde durur. Seçim sonucunu etkileyenler ise yazının başında belirtilen hareket halindeki “kararsız” seçmendir. Onlar bir liman aramaktadır ve ortamda ölüm tehlikesi varken, doğal olarak en büyük (en güvenilir) limanı tercih edeceklerdir.

Kısaca şöyle özetleyebiliriz: Herhangi bir ülkede, artan ölüm olayları (terör, doğal afetler ya da benzeri belirsizlik potansiyeli yüksek nedenlerden kaynaklanlar başta olmak üzere) seçmenleri oy verme davranışı üzerinde etkili olabilir. Özellikle kuvvetli bir ideolojik bağlılığı olmayan, görece daha düşük sosya ekonomik düzeyde ve görece daha düşük eğitim seviyesindeki seçmenler, kendi yaşadıkları dehşetten (ölüm farkındalığının yarattığı korkudan) kurtulmak için sistemdeki en kuvvetli siyasi partiye oy verme eğiliminde olacaklardır. Belirsiz bir dünyada, daha fazla belirsizlik yaşamamak için en iyi seçim, onlar için, iktidar partisi olacaktır.

Şikayetçi ama Hala İktidara Oy Veriyor

Oy verme davranışının, siyasi yorumcular açısından, en anlaşılmaz noktalarından birisi de budur: Seçimden önce sürekli şikayet edilen, uygulamaları beğenilmeyen, hatta örneği abartalım, kendilerine direkt olarak kötülük yapan bir iktidarın bir sonraki seçimde aynı seçmenlerden yeniden oy alması tuhaf bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. “Celladına aşık olmak” gibi tanımlanan bu durumu da açıklamak için sosyal psikoloji bize biraz yardımcı olabilir.

“Celladına aşık olmak” tabiri biraz abartılıdır ama şöyle bir ifade kullanırsak belki gerçeğe biraz daha yaklaşabiliriz: Bireyler, süregiden sistemde ekonomik, sosyal ya da kişisel zarara uğruyor olsa bile sistemin devamını arzulamaktadırlar ve bunu gerçekleştirmek için meşrulaştırma yönünde hareket etmektedirler. Diğer bir deyişle, toplumda azınlıkta olan dezavantajlı gruplar bile, söz konusu olan kendilerinin zarar gördüğü sistemin değişmesi ise, bu değişime direnç göstermektedirler. Çünkü, değişim olursa ne yapacakları, nasıl davranacakları konusunda hiçbir fikirleri yoktur.

Sistemi Meşrulaştırma Kuramı adı verilen bu kurama göre insanlar şikayet gerekçeleri ortadan kalktığı için aynı sisteme (partiye) oy vermiyorlar, şikayetleri devam ediyor ama olası bir değişimin nelere yol açacağı konusunda en ufak bir fikirleri yok. Bu belirsizliğin yarattığı endişe ve korku, yaşadıkları olumsuzluklardan çok daha kuvvetli. Araştırmalar özellikle sosya ekonomik düzeyi düşük sağ seçmenin diğer seçmen grupların göre sistemi meşrulaştırma konusunda daha hevesli olduğunu göstermektedir. Değişimin maddi zorluğu (fakirlik) muhafazakarlık ile birleşince karşımıza iktidarlar açısından daha “uysal” bir seçmen modeli çıkıyor. Muhafazakar olmasına rağmen, sosyo ekonomik durumu gelişmiş bireylerin daha rahat hareket edebildiğini, tutum ve davranışlarını (oy verme davranışı gibi) daha rahat değiştirebildiklerini söyleyebiliriz.

Kısaca şöyle özetleyebiliriz: Herhangi bir ülkede, artan ölüm olayları (terör, doğal afetler ya da benzeri belirsizlik potansiyeli yüksek nedenlerden kaynaklanlar başta olmak üzere) seçmenleri oy verme davranışı üzerinde etkili olabilir. Bu olayların yarattığı belirsizlik ortamı bireylerdeki varolan güvensizlik algısını artıracaktır. Bu algının tahribatından kurtulmak için seçmen “bir macera aramak” yerine ne kadar sorunlu olursa olsun kendi bildiği ve deneyimlediği statükoyu tercih edecektir. Şu veya bu şekilde halihazırdaki statükoyla nasıl başedeceğini öğrenen seçmenin yeni bir statükoyu tercih etmesi için gerçekten olağansüstü bir durum gerekmektedir.

Neler Yapılabilir?

Yukarıdaki iki kuramın işaret ettiği noktalar genel olarak muhalefet partileri için iyimser bir tablo ortaya koymuyor gibi görünebilir. Her siyasi partinin kendi programını uygulama isteğini ve bu konudaki samimiyetini bir önkabul olarak ele alırsak, partilerin kendilerini seçmene anlatması tabii ki oldukça önemli ve etkilidir. Ancak asıl önemli olan, hareket kabiliyetine sahip seçmen grubunun, olası değişikliklerde ne yaşanacağı konusunda kafasında olan belirsizliği gidermeye çalışmaktır. Eğer seçmen, statüko değiştiğinde de dünyanın dönmeye devam edeceğine ikna olursa, kendi seçimini de ona göre ayarlayabilir.

“Kendi kararlarını özgürce ve rahatça veren bir seçmen” gibi ideal bir beklentimiz varsa açıkcası bunun hemen hemen tek yolu, insanların kendilerinin değerli olduğunu bildikleri bir ülkede / dünyada yaşadıklarına inanmalarıdır. Ambulansın sedyesine yatarken bile sedyeyi kirletmekten korkan bir vatandaşın davranışı çok hüzünlü ve hatta çok anlamlı da gelebilir ama aslında kendisini maalesef çok değerli görmediğinin de bir kanıtıdır. O vatandaş rahatça sedyeye ayağını koyduğunda belki “ideal seçmen”e de ulaşmış olacağız.

Kaynaklar

Jost, J. T., Glaser, J., Kruglanski, A. W. ve Sulloway, F. (2003). Political conservatism as a motivated social cognition. Psychological Bulletin, 129, 339-375.

Kökdemir, D. ve Yeniçeri, Z. (2010). Terror management in a predominantly Muslim country: The effects of mortality salience on university identity and on preference for the development of international relations. European Psychologist, 15(3), 165-174.

Pyszczynski, T. A., Solomon, S. ve Greenberg, J. (2003). In the wake of 9/11: The psychology of terror. New York: American Psychological Association.

Özgecan

Madde madde neler yapılması gerektiğini mi sıralasam
yoksa, içimden geçenleri ardı ardına buraya döksem mi?

Belki de neden hiç umudum kalmadığımı hızlıca, bir seferde, tek kalemde yazıp, yazmayı tümden bitirmeliyim… ya da üzerime yapışan umut verme rolümün gereğini yapıp olmayan çözümleri, hep olan sorunlara hiçlikten çıkarıp var etmeye çalışmalıyım.

O da olmazsa lanet okuyabilirim, en küçüğünden en büyüğüne, tek göz odalı evden saraylara kadar söyleyecek çok şey bulabilirim rahatlamak için. Rahatlamak… tüm aradığımız bu değil mi kaç gündür? Sonsuza kadar kayıp olanı yerine koyamayacağımız için aldığımız nefesi rahatlatmak için uğraşmıyor muyuz? Yaşayabilmek, yarın sabah uyanabilmek için mecburuz. Yarın sabaha uyanmaya mecbur muyuz, onu bilmiyorum.

Televizyonlar, gazeteler, internet… Hepsinin sesini aynı anda kesmek ve yaşananla tek başımıza kalmak iyi olurdu. Yanında olup duymadık ama yardım isteyen, canı yanan, kurtulmaya çalışan bir insanı duymamak için diğer seslere bakıyoruz şimdi. Çünkü biliyoruz ki, o sesler olmazsa bir tek O’nun sesini duyacağız. Hiçbir yürek, hiçbir akıl o sese dayanacak güçte değil şu anda. Belki de o yüzden O’nun sesini, değersizlerle bastırmaya çalışıyoruz.

Yukarıdaki bütün cümleler O’nun sesini bastırmak için.
Duymak istemediğimden değil, duyup bir şey yapamadığım için.
Bundan sonrakine de, ondan sonrakine de bir yapamayacağımı bal gibi bildiğim için.

“Bıçakladım… ölmediğini anlayınca defalarca başına levye ile vurdum” diyor. Bak o’nun sesi çıkıyor, duyuyorsun… duymamak istiyorsun ama ne mümkün. Masanın altına düşürdüğün ekmek kırıntısı alıp, kalkarken masaya başını çarptığında ne kadar acıdığı geliyor aklına. Sonra o’nu dinliyorsun “… defalarca… vurdum…” diyor. Acıyı duyma şansın yok, O’nun çığlığı zihnine ulaşamıyor, ulaşırsa yaşayamazsın. Ulaşırsa bu dünyayı yakman gerekir. Ulaşırsa yok edersin ve yok olursun. O yüzden zihnin engelliyor duymanı.

Bütün acılar O’nda toplanıyor… diğer çocukların biriken bütün acıları O’nda toplanıyor.
Bak, adını bile başlığa yazmayı en sona bırakıyorsun; bir yanın bırakamıyor O’nu, haksızlık hissediyorsun; bir diğer yanın ise kendi canının derdinde bakmamaya çalışıyor.

O’nun hakkında çok güzel şeyler yazıldı, çok güzel şeyler yazılıyor ve çok daha güzel şeyler yazılacak. Sesini duymadan yazılacak her şey, aynı bu satırların yazıldığı gibi.

Ö-z-g-e-c-a-n öldü.
O’nu öldürdüler.
Sessiz sedasız ölmedi ÖZGECAN, sana, bana, bize seslenerek öldü. Biz duymadık, duyamadık, duyamazdık… duymayacağımızı, duyamayacağımızı bile bile seslendi yine de hepimize.

O sırada neredeydik ki?
Ne yapıyorduk ki?
Niye duymadık ki?

Peki şimdi duyuyor musun?

Cumhuriyet Halk Partisi’nin İlk Kadın Genel Başkanı

En son mahalli seçimlerden önce Kadın Başkan adıyla bir yazı yazmış, mahalli idarelerin neden kadınlar elinde olması gerektiğini anlatmaya çalışmıştım. Neredeyse aradan 1 yıl geçti, bu süre zarfında sadece belediye başkanlarını değil hemen sonrasında Cumhurbaşkanını da seçtik. Sorunumuz hala sabit; siyaset sahnesinde kadınlar hala çok azlar ve açıkcası çoğalmaları da çok istenmiyor.

Kadın Başkan yazısına şu cümlelerl başlamıştım:Uluslararası Kadınların Demokrasi Merkezi isimli bir kuruluş, kadınların siyasete etkin olarak giriş tarihini 1756 olarak veriyor. Bu tarihte, ilk defa bir kadın, Lydia Chapin Taft, 3 kasaba toplantısında yasal olarak oy kullanabilmiş.

Athena ile Poseidon arasındaki çekişmede Atina halkı 1 oy farkla Athena’nın yanında yer aldığında, Poseidon Atina’yı sular altında bırakınca, halk öfkesinin doğal olarak Poseidon’a değil o 1 oy farkı yaratan kadına yöneltmişti. Bir sonraki adımda kadınların oy vermesinin pek de “iyi bir şey” olmadığına hükmetmişlerdi. İşte o zamandan bu yana kadınların siyaset sahnesinde yer alması evrimin en yavaş halkası oldu. Homo Erectus’tan Homo Sapiens’e geçişimiz bile daha kolay gerçekleşmiş gibi görünüyor.

Tarihi ve mitolojiyi bir kenara bırakacak olursak, yine bir seçimle karşı karşıyayız. Bu sefer ana muhalefet partisinde bir Genel Başkanlık yarışı olacak. Bu yazı kaleme alındığında, basında yer alan iki aday vardı ve ikisi de erkek: Kemal Kılıçdaroğlu ve Muharrem İnce.

Günümüzde sadece Türkiye’de değil, Türkiye’yi saran kuşağın büyük bir bölümünde çılgın bir muhafazakarlaşma eğilimi var. Bu eğilimin hedefindeki ilk “düşman” özgür, düşünen, kendi hayatıyla ilgili kendisi karar verebilen, sessiz kalmayan kadınlar. Hangi dini temel alırsa alsın dünyanın her yerinde tutucu akımların ilk hedefi hep kadınlar olur. Önce kıyafetlerine karışılır, sonra ne zaman nereye gideceğine, kaç çocuk doğurması gerektiğine, ne zaman konuşacağına, ne zaman susacağına ve sonunda da ne kadar yaşayacağına karışılır. Muhafazakar erkeklerin en büyük korkusu karşılarına çıkaca özgür kadınlardır. Çünkü bir muhafazakarın ve onun hükümdarının kendisini dinlemeyen, itaat etmeyen, kendi başına karar alan bir kadına tahammülü de yoktur açıkcası onun başedecek donanıma da sahip değildir. Bu nedenle muhafazakar iktidarların asıl hedefi kadınları mümkün olduğunca eğitimin, bilimin, sanatın, özgür düşüncenin dışına itmektir. Cahil olmaya zorlanmış bir kadın bu yöneticiler için harika bir kaynaktır. Kendisi gibi düşünen ve istisnalar hariç hiç itiraz etmeyecek kuşakların yetiştirilmesi için bu kadınlara ihtiyacı vardır. Özgür kadınlar ise şimdi değilse yarın, yarın değilse bir sonraki günü onu tahtından indirmeyi başarabilirler.

Özgür kadın aynı zamanda seçim yapan kadındır. Sadece evrimsel olarak bile düşünseniz, eş seçiminde karar verici olan özgür bir kadını “kendisine eş yapmak” isteyen bir erkeğin ortalamanın üzerinde gayret göstermesi gerekir. Halbuki itaat etmek zorunda bırakılan kadınların yaşadığı bir dünyada her erkek (maalesef her erkek) kendisine eş bulabilir ve bunun için nefes alması yeterlidir. Belki de bu yüzden muhafazakar liderler kadınlara “eş ararken çok da seçici olmayın” diyorlar bir anda. Seçim yapmak özgürlüktür, özgürlük ise itaat etmemek demektir.

Bu konularla ilgili çok uzun tartışmalar yapmak mümkün. Ancak ben izin verirseniz ana konuma dönmek istiyorum ve kısaca yazacağım: Cumhuriyet Halk Partisinin yeni Genel Başkanı bir kadın olmalıdır. Kim olacağının, ne kadar oy alabileceğinin belki kısa vadede önemi olabilir ama dünyanın pek çok yerinde, Ortadoğu’nun ise neredeyse tamamında kadınların özgürlüğüne yönelik bu kadar tehdit varken, ulusalcı/solcu, sosyalist/devrimci, liberal/devletçi gibi tartışmaları ancak ikinci derecede önemli buluyorum. Farklı dünya görüşleri, siyasi duruşları olan kadınların yarışmaları tabii ki harika olur ama asıl önemli olan sadece bu seferlik erkeklerin sahneden çekilmesi gerekliliğidir. Erkekler kötü ya da yetersiz olduğu için değil, kadınların var olduğunu yüksek sesle haykırmak için çekilmeliler. Madem ki bizim çepeçevre saran muhafazakarların en büyük korkusu kadın kahkası duymak, bütün ülkeyi bu kahkaha ile doldurmak gerekir.

“Eş Başkanlık” mı?
Sadece güzel ama samimiyetsiz bir vitrin. Bir kadının yönetimde olması için “eş başkanlığa” ihtiyacı yoktur. Kendi başına yönetebilir zaten.

Doğan Kökdemir, PhD
22 Ağustos, Ankara

Sosyal Haklar ve Karşılaştırılamazlık Prensibi

“İffet çok önemli. Sadece bir isim değil Kadın için de bir süstür, iffet. Erkek için de bir süstür. İffetli olacak. Erkek de olacak. Zampara olmayacak. Eşine bağlı olacak. Kadın ise o da iffetli olacak. Mahrem- namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak. Bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak, iffetini koruyacaksın”

Bülent Arınç (29 Temmuz 2014, Hürriyet)

Dünya büyük ve garip bir yer. En doğudan en batıya ya da en kuzeyden en güneye doğru yol aldığınızda sadece daha önce görmediğiniz yerlerle değil aynı zamanda bu yerlerde yaşayan ve alışkanlıkları, inançları, dünya görüşleri, dilleri, dinleri, renkleri, soluk alma hızları birbirinden farklı insanlarla karşılaşırsınız. Her bir topluluk, her bir küçük grup kendi sürdürdüğü yaşamı tek olmasa bile mutlak doğru olarak kabul etme eğilimindedir. Çok büyük olan bu dünyada ve eğer birazcık bilgisi varsa sınırlarının kestirilemediği evrende, kendisi ve çevresi ile ilgili anlam arayışında olan insan için kendi bildiğinin mutlak doğru olmasının hayati önemi vardır. Ancak bu sayede varoluşsal yalnızlığını hafifletme şansını bulabilir.

Kadınları çekici bulan bir erkekse eğer, diğer erkekleri çekici bulan bir eşcinselleri, örneğin, anlamakta zorluk çekecektir. Ancak herkesin heteroseksüel olduğu bir dünyada kendisini huzurlu ve güvenli hissedecektir. Herhangi bir dine inanıyorsa, diğerlerinin neden farklı dinlere inandıkları üzerinde düşünmek bile istemeyecektir. Tahminen “yanlış anne babanın” çocukları oldukları için en fazla onlar adına üzülebilir. Çünkü ona, küçüklüğünden itibaren sadece kendi dininden olanların (hatta aynı dinde ve aynı mezhepte olanların) ödüllendirileceği şu veya bu şekilde, açık ya da örtük olarak anlatılmıştır. Herhangi bir dini inancı olmayanları ise zaten hiç anlamayacaktır. “Allah onları ıslah etsin” demekten başka çaresi yoktur.

Ailesinin ve toplumun ona aktardığı bütün kurallar doğrudur. Belki bazıları zamanla, günün şartlarına göre esneyebilir ama öz hep aynı kalmalıdır. Erkekse, kendisine biçilen önemli roller vardır ve bu roller tabiatın (Yaratıcının) kanunudur; değişmez, değişmesi teklif dahi edilemez. Kadınsa, benzer olarak ona aktarılan ödevlerin eksiksiz bir şekilde yerine getirilmesi toplumun huzuru ve refahı için birinci şarttır. Bunlar mutlak doğrulardır, kutsal kitap(lar)da ve binlerce yıllık gelenek ve göreneklerimizde yeri vardır. Herhalde yanlış olsalardı bunca yıl devam etmezlerdi değil mi?

Bunca doğru varken, gazete haberinde aktarılan ve “kadınlar gülmemelidir” şeklinde basite indirgeyebileceğimiz bir açıklamaya sinirlenmek ne kadar mantıklı? Bu açıklamanın sahibi bu dünyada böyle düşünen tek kişi değil. Tahminen çoğunluk benzer cümleleri size kurabilir. Her seferinde cümlenin sahibine kızmak, bağırmak, çağırmak (ki çoğu zaman ben de kızanlar grubuna giriyorum) gerçekten işe yarayabilir mi?

Ünlü bilim felsefecisi Thomas Khun‘un karşılaştırılamazlık (incommensurability) adını verdiği bir kavram var. Bilimsel kuramların, eğer birbirilerin çok farklı bir evren modeli üzerindeyse, karşılaştırılmalarının mümkün olmadığını söylüyor Khun. Örneğin, evrim kuramı ile akıllı tasarım yaklaşımını karşılaştırmak tamamen anlamsızdır çünkü aynı teraziye koyma şansı olmayan bakış açılarıdır. Biyolojik sistemi açıklamaya yönelik herhangi bir bilimsel kuramın karşısına “Tanrı istedi, öyle oldu” açıklaması ile çıkarsanız tartışma, anlaşma ya da karşılıklı öğrenme ortadan kalkar.

Bu kavramı sosyal haklar ve gündelik yaşam pratikleri hakkında düşünürken de kullanmamız mümkün görünüyor. Kadınların ve erkeklerin yaradılış (ilahi yaradılıştan bahsediyorum, mizaçtan değil) açısından tamamen farklı ve kadının, kesinlikle önemli olduğuna ama erkek kadar önemli olmadığına inanan bir evren modeline sahip insan ile nasıl tartışabilirsiniz? O sizinle aynı dünyada yaşamıyor ki! (Tabii ki bunun tersi de geçerli, bu yazıyı okuyan pek çokları için ben de onlarla aynı dünyada yaşamıyor olabilirim.)

Siz kadınların çalışma hayatında yaşadıkları zorluklardan bahsediyorsunuz, örneğin, ama o zaten kadınların çalışmaması gerektiğini düşünüyor. Kadına yönelik şiddete tepki göstersin istiyorsunuz, gösteriyor ama önceliği şiddetin olup olmaması değil daha çok dozu. Şiddeti değil cinayet olursa onu ayıplıyor. Gayet inanarak “benim bedenim benim kararım” diyorsunuz ama kurduğunuz cümlenin daha ilk yarısı onun zihninde yok ki. Beden nasıl sizin olabilir, o Tanrı’ya ait. Hatta bazıları için önce babaya, sonra ağabeye ve sonra da kocaya ait. Taciz olaylarında “ne işi varmı o saatte sokakta” derken aslında merak ettiği saat değil, gerçekten neden dışarıda olduğunuz. Kısacası onun kafasında şekillenen dünyadaki kadın görüntüsü ile sizin kendinize biçtiğiniz görüntü aynı değil. Bu nedenle sizi anlamaya çalışmayacak, dinlemeyecek, görmeyecek ve asla değişmeyecek. Onun doğru bildiği kurallar ile sizin istedikleriniz asla karşılaştırılamazlar. Her şeyi bir yana bırakın 13 yaşındaki ufacık bir kız çocuğunun evlenmesini “normal” karşılayan bir bakış açısı ile nasıl başedebilirsiniz ki?

Peki ne yapılması gerekiyor? Hedefi değiştirin. Farklı bir dünya modelinde yaşamını sürdüren bir insanı ikna etmek hem çok zordur hem de anlamlı değildir. Kendi yaşamları söz konusu olduğunda kimseyi ikna etmek zorunda olmamalı insanlar. Yapılacak tek şey geri adım atmadan yaşamayı sürdürmek olmalıdır. Bizi sarmalayan ve zaman zaman nefes almamıza bile engel olan çoğunlukla başetmenin tek yolu görünür olmaya devam etmektir. Cinsiyet, cinsel kimlik, etnik köken, dini inanç ya da inançsızlık… çoğunluğun baskısına rağmen olduğu gibi yaşamaya devam etmeli. Eğer bir kere kontrolü diğerlerinin eline verirseniz ondan sonra geriye dönüş çok kolay olamayacaktır. Türbanlı kadınların türbanı nasıl takmaları konusunda bile öneri / zorlama yapmaya başlayan erkeklerin varlığı, özgürlükler üzerindeki tehlikenin sanıldığından daha büyük olduğunun tipik bir göstergesidir.

Hiç kimse – tam olarak hiç kimse – diğer hiçbir insanın yaşam şekline karışamaz. Bireysel haklar ve özgürlükler tartışmaya açık değildir.

Hiçbir şey yapamayacağınızı düşünüyorsanız hiç değilse şöyle kocaman bir kahkaha atarak işe başlayabilirsiniz.

Doğan Kökdemir, PhD
30 Temmuz 2014, Ankara