Sevgili Anneanne,
Çok yıl geçti senin kaybından bu yana. Bazı kayıplar vardır hiçbir zaman alışamazsın ya, işte senin kaybın da onlardan birisi. Okuma yazma öğrendiğimde, kargacık burgacık kelimelerle sana yazdığım ilk satırlardan bu yana 35 yıl geçti, senin kaybından bu yana da 20 yıl. Aradaki dönemde en çok sana mektup yazdım. Bazen Diyarbakır’dan, bazen Yozgat’tan, bazen Samsun’dan… senin Ankara’dan gönderdiklerini de bu yerlerde okudum. İlk daktilo ile mektup yazmayı denediğimde de kullandığım daktilo senin yeşil daktilondu. Senin evinde, senin yanında, sana mektup yazdım ben.
Bir kere mektup yazmak sana yeterli gelmediği için sesinin kaydedip göndermiştin, mektubun sesliydi. Ne kadar yaratıcı bir kadındın sen. Her zaman ilginç fikirlerin, fikirde kalmayan eylemlerin olurdu. Sana hitap ettikleri gibi tam “Kontes” asaletiyle yapardın üstelik yaptığın her şeyi. “Kara gözlü kuzum” diye sesleniyorsun bana o kasetten, şimdi tekrar dinlemek o kadar zor ki. O zamanlar bilmiyorduk ki anneanne zamanın geçeceğini, ben zannediyordum ki hep çocuk kalacağım, sen hep kırmızıya boyadığın saçlarınla yanımda olacaksın ve birbirimize kara gözlerle bakıp konuşacağız. Ben hep zannediyordum ki sadece senin yanında koca bir adam gibi hissedeceğimi, ne bileyim gerçekten büyüyüp koca bir adam olacağımı. Kimse sormadı ki bana büyümek ister misin diye. Hep zannediyordum ki Aşağıayrancı, Güz Sokak’taki evin mutfağında sen bana kurabiye yapacaksın ben de sana sokaktaki çocukları anlatacağım. Her seferinde sordun bana “tatlı mı yapayım, tuzlu mu?” diye ve ben her seferinde “tuzlu olsun tuzlu” diye diretirdim senin şeker hastası olduğunu bildiğim için ve her seferinde senin gözlerin nemlendi sanırım. Ve tabii ünlü “Zeki Müren köftesi”, hiç kimsenin aynısını yapamadığı cızbız köfte.
Ölmeden 3 gün önce seni gördüm hastanede, kanserdin. Bana dedin ki “Mevlana ile ilgili bana bir şey getir, bana kendimi iyi hissetiriyor”. Dediğini yaptım, ufak bir Mevlana biblosu aldım sana ama hastaneye getiremedim bir türlü. Çok lazımmış gibi yüksek lisans tez önerimi hazırlamam gerekiyordu. Hiç unutmuyorum, sabah 5 civarı ben hala bilgisayarın başında yazıyordum, o gün gidip sunum yapmam gerekiyordu. Telefon çaldı. Saat 5’te ne zaman iyi bir haber için çalar ki telefon zaten, açmadım, babam uyandı, telefona gitti, açtı… kısaca “Tamam” dedi. Yanıma geldi gözleri dolu doluydu, “anneanneni kaybetmişiz oğlum” dedi. Hiçbir şey yapamadım, yazmaya devam ettim. Okula gittim, tez önerimi sundum, dışarı çıktım, ODTÜ’nün yemekhanesine giderken birkaç merdiven vardır, onların en üstüne oturdum ve deli gibi ağlamaya başladım. Geçen herkes bana bakıyordu, umurumda değildi. Sen tanıyorsun beni anneanne, ağlamaktan hiç korkmadım ben. Ne 4 yaşında ne 40 yaşında, ne zaman ağlamak istediysem ağladım. O gün beni tanıyan birileri durdurana kadar ağladım, cebimde sana getiremediğim o küçük biblo ile birlikte. Daha sonra camii de kırıp atacağım biblo. Hayatımdaki en büyük pişmanlıktı onu sana getirememek, acaba getirebilseydim, daha o gün bana ilk söylediğinde hemen koşup alıp gelseydim acaba birkaç gün daha yaşar mıydın anneanne? Acaba mümkün olur muydu bu?
O kadar çok acaba var ki hayatımda. Acaba sen hala yaşıyor olsaydın her şey daha kolay olur muydu? Aslında bunun cevabını biliyorum, olurdu tabii… her şey çok farklı olurdu. Şimdi kaç yıl sonra neden bu mektubu yazdırıyorsun bana bilmiyorum, sen seslenmeye inanırdın. Kendini hiç dindar birisi olarak tanımlamadın ama Mevlana’ya ve onun Tanrı’ya olan aşkına hayrandın. Bazen ölümle ilgili konuşulduğunda bana hep seslenecek gücünün olduğunu söylerdin. Şimdi o güç müdür bana bu mektubu yazdıran.
Yanımda olmana ihtiyacım var anneannem. Özledim seni.
Doğan