Yönetmen: Sofia Coppola
Senaryo: Sofia Coppola
Yapım Yılı: 2003, ABD
Oynayanlar: Scarlett Johansson, Bill Murray, Akiko Takeshita, Kazuyoshi Minamimagoe, Kazuko Shibata, Take, Ryuichiro Baba, Akira Yamaguchi, Catherine Lambert, François du Bois, Tim Leffman, Gregory Pekar, Richard Allen, Giovanni Ribisi, Diamond Yukai
Lost in Translation gösterime girdiğinde, onun bir “Avrupa Filmi” tarzında sunulacağını düşündüğüm için uzun süre seyretmemiştim. Görsel imgelere verilen önem, az sayıda ve yoğunluktaki diyaloglar ve oyuncu sayısının azlığı düşünüldüğünde pek de haksız sayılmayabilirim. Ancak, fazlasıyla yanıldığım bir nokta vardı ki, o da filmin bu nedenle “kötü” olacağıydı. Bence “kült” olarak kabul edilebilecek bir romantik film. Çok etkileyici.
Filmin üst başlığı (tagline) “Everyone wants to be found. | Herkes bulunmak ister.” Film, kendilerine yabancı bir kültürde, Japonya’da kısa bir süreliğine bulunan farklı kişilerle evli Amerikalı bir kadın ve erkeğin bulunmasını konu ediyor. İlk yarım saatlik bölümde, anlatılanın ne olduğunu ya da filmin ne tarafa gideceğini kestirmekte zorlanıyorsunuz. O dakikalardan itibaren kendinizi filmin içinde, duygusal bir atmosferde, kendisini bulmaya ve de bulunmaya çalışan insanlara seslenmeye çalışırken görüyorsunuz. Bu kadar yavaş bir tempoda, kendisine seyirciyi bu kadar iyi çekebilen film sayısı azdır sanırım. Genelde oynadığı filmleri ve karakterleri beğenmemekle birlikte Bill Murray çok iyi bir seçim olmuş gibi görünüyor. Scarlett Johansson ise çocuksu güzelliği ile yine oynadığı rol için olabilecek en iyi seçimlerden birisi. Bu iki kahraman (Bob Harris ve Charlotte) evliliklerinde ciddi bir sorun yaşamayan ama genel olarak sıkılan bireyler olarak karşımıza çıkıyor. Bob Harris, ünlü bir Amerikalı aktör olmanın yanı sıra bir eş ve baba olma rollerini de oynayan ve aktörlük dahil bütün bu rollerde pek de aradığını bulamayan orta yaşlı bir adam, Charlotte ise daha genç olmasına rağmen sıkılmaya başlamış bir genç kadın. Her ikisinin yolları Tokyo’da kesişene kadar ne hissettiklerinin farkında değiller.
Bob Harris ve Charlotte arasındaki ilişkiyi aşk olarak tanımlamak ne kadar doğru bilemiyorum. Bu senaryosu ile Oscar kazanan Sofia Coppola, kesinlikle kestirme bir yol tercih etmemiş. Tipik “romantik ilişki” beklentisi bu film için geçerli değil; aşk olmadığını da iddia edemeyeceğiniz ama sanırım içerisinde fiziksel tutkulara yönelik bir şey olmadığı için aşktan da farklı olan romantik bir ilişki tanımlamış. Açıkcası seyrederken sizi sımsıcak saracak bir duyguyu göstermeyi başarmış. Sofia Coppola‘nın ünlü yönetmen Francis Ford Coppola‘nın kızı olduğunu da ekleyelim. Ben filmde yönetmenin iki tercihini çok benimseyemedim: (1) Bob Harris’in oteldeki caz şarkısıcı ile olan tek gecelik ilişkisi çok “kadınsı” bir bakış açısını yansıtıyor gibi geldi bana; sanki Charlotte ile birlikte olamadığı (ya da olamayacağı) için yapmış gibi ve (2) Charlotte’nin fotoğrafçı olan kocası, her nedense Charlotte’nin fotoğrafını bir kere bile çekmedi; amatör bir fotoğrafçı olarak böyle bir modeli es geçmek anlayabildiğim bir şey değil. :)
Sonuç olarak; bu kadar geç izlediğim için üzüldüğüm ama kaçırmadığım için de çok sevindiğim bir film. Arşive alınmalı mı? Mutlaka.