Lev Tolstoy – Kroyçer Sonat

1889 / 2005, İletişim Yayınları, 174 s.
Çeviren: Ergin Altay

Söylüyorum Ben size, her kim ki kadına arzuyla bakar ise yüreğinde onunla zina yapmış sayılır. (Matta, V, 28)

Kroyçer Sonat ilk basıldığında ilginç bir sansür yöntemi ile karşılaştı, Tolstoy’un eserlerini açıktan yasaklamaya cesaret edemeyen yönetim, kitapları çok pahalı bir baskı olarak piyasaya sürülmesine izin verdi. Böylece kimsenin okuyamayacağını düşünüyorlardı ama Tolstoy’un hayranlarını onun kitabını çoğaltıp elden ele dağıttılar.Kendisini düzelterek bütün dünyayı düzelteceğine inanan Tolstoy’a bu yüzden dünyanın vicdanı adını vermişti sevenleri. Kendi ahlak anlayışını, o zamanki topluma ne kadar ters gelirse gelsin açık yüreklilikle ortaya koyan Tolstoy, günümüzde bile pek göremediğimiz bir casarete de sahipti. Açıkcası kendisini politik olarak nasıl tanımladığıdan emin değilim ama tarzı açısından mutlaka bir isim vermek gerekiyor olsaydı sanırım ben ona varoluşçu bir anarşist demeyi tercih ederdim. Biraz da depresif olduğunu eklemeliyiz tabii ki. Kroyçer Sonat’ın Tolstoy’un yaşamdan bunaldığı (ya da bulantı hissettiği) bir dönemde yazıldığını biliyoruz. Kendisinden, yaşamından, evliliğinde, çocuklarından ve bunların oluşturan başta evlilik olmak üzere bütün kurumlardan sıkılan bir adamın öfkesini gösterdiği bir kitaptır bu. 1910 yılında, Tolstoy 82 yaşındayken o kadar bunalır ki, evden kaçar ve bir trene biner. Orada yakalandığı zatürre onu bir hafta içinde ölüme götürür. İlginç, sıradışı fikirleri olan devrimci bir adamın kadın ve erkek ilişkisini yorumladığı Kroyçer Sonat, hem kendi yaşamından kesitler taşıyor hem de Beethoven’in aynı isimli eserinin adı. Tolstoy’un bu eserin etkisinde romanı yazdığı biliniyor. Eserin ilk bölümünü dinlemek için bu bağlantıyı seçebilirsiniz.

Kahramanımız Pozdnişev, uçarı bir gençlikten sonra artık evlenmeye ve hayatını bir düzene oturtmaya karar verir. Bu karar onun hayatını artık geri dönülmez bir şekilde değiştirir. Kitabın hemen başında tanıştığımız Pozdnişev bize kıskançlık nedeni ile karısını öldürmüş olduğunu söyler ve sonra da adım adım bu cinayete giden olayları sıralar. Olay basit bir cinayetten ötedir. Pozdnişev’in ağzından konuşan Tolstoy, hem cinselliğin hem de evliliğin ne kadar “ahlaksız” şeyler olduğuna bizi ikna etmeye çalışır. Ona göre cinsellik ve evlilik özellikle erkekler için büyük bir tuzak, aldatıcı bir rahatlama halidir. Evli olmaktansa kadınlarla evlilik dışı ilişkiler kurmanın daha iyi olduğu fikrini de duyarız. Her ne kadar cinsellik tamamen kötü bir şey olarak adlandırılsa da asıl bela evliliğin kendisidir. Pozdnişev, evliliğin sadece erkekler için değil kadınlar için de tutsaklık olduğunu sık sık dile getirir. Her ne kadar asıl acı çekenin erkek ve acı çektirenin de kadın olduğuna dair bir genel yaklaşım olsa da her iki cinsiyet için kötü bir kurumdur evlilik. İnsanların sahtekarca evli kadınlara saygı duymasına da itiraz eder Pozdnişev ve şöyle der: “… Kısa süreli orospular genelde aşağılanır, uzun süreliler ise saygı görür…“. Kitabın yazıldığı yıllar açısından oldukça sert bir ifadedir bu, herkesce kutsal sayılan evlilik kurumuna tam bir başkaldırıdır.

Başka bir varoluş sorusu ile bir kere daha karşımıza çıkan Pozdnişev, kendisine yöneltilen “evlilik kurumu, cinsellik ve çocuklar olmadan insan soyu nasıl sürecek?” sorusuna başka bir soruyla karşılık verir: “Neden sürsün?… İnsan soyu neden sürmek zorunda?“. Eğer bir amacımız yoksa – ki pek var gibi görünmüyor – o zaman neden insan soyunu sürdürmek zorunda olalım ki diyen Pozdnişev’e cevap verecek kimse çıkmaz. Domuz gibi yaşamak olarak tanımladığı evlenmek – sevişmek – üremek üçgeni hayatın anlamı olamaz Pozdnişev’e göre. Tabii bütün bu çıkarımlara kıskançık krizine girip karısını öldürdükten sonra erişmiştir. Artık çok geçtir.

Bir tren yolculuğunda geçen bu felsefik romanda Tolstoy hem yaşadığı çaresizliği, kendi hayatındaki sıkıntıları nefis bir dille aktarırken aynı zamanda doğru kabul ettiğimiz onlarca değere farklı bir açıdan bakmamız için bizi zorluyor. Sonunda Pozdnişev’in karısını öldüreceğini bilmenize rağmen çaresizce adamın bundan vazgeçmesini beklerken buluyorsunuz kendinizi. Çok gerçek bir yaşam, çok gerçek duygular içerisinde yazıldığı o kadar belli ki… sizi derinden etkiliyor. Fikirlerine katılmasınız da Pozdnişev’i seveceksiniz ve anlayacaksınız. O, aşk acısı yaşayan ama aslında aşk da istemeyen bir adam. Yavaş yavaş kendisini tuzağın içerisine atarken biz de onu seyrediyor olacağız.

Okunması, tartışılması gereken bir kitap.

La Piel Que Habito

Yönetmen: Pedro Almodovar
İngilizce Adı: The Skin I Live In
Türkçe Adı: İçinde Yaşadığım Deri
Senaryo: Pedro Almodovar, Agustin Almodovar, Thierry Jonquet
Yapım Yılı: 2011, İspanya
Oynayanlar: Antonio Banderas, Elena Anaya, Jan Cornet, Marisa Paredes, Roberto Alamo, Eduard Fernandez, Jose Luis Gomez, Blanca Suarez, Susi Sanchez, Barbara Lennie, Fernando Cayo, Chema Ruiz, Ana Mena, Teresa Manresa

Almodovar, en çok beğendim yönetmenlerin başında gelir, bu nedenle onun imzası olan filmleri nesnel olarak değerlendirmem her zaman çok zor olmuştur. Başarısının sırrının sadece seçtiği konularda değil aynı zamanda seyirciyi yüksek tempoda tutan kurgusunda olduğunu düşünüyorum. Bu filminde de aynı başarı net olarak görünüyor.

Doktor, plastik cerrah Robert Ledgard (Antonio Banderas), özellikle yanık nedeniyle cildinde kayıplar oluşmuş insanların kullanabileceği suni bir deri üzerinde çalışmaktadır. Zaman zaman geçmişinden yansıyan hatıralar neden bu konuda takıntılı olduğunu bize gösterecektir. Geçmişi bir travmalar zincirine dolanmış olan Dr. Ledgard’ın merak ve araştırma dürtüsünü besleyecek olan nefret, öfke ve intikam duygularının tek “hastası” olan Vere Cruz’a (Elena Anaya) yönelmesini ve bunun nedenlerini film boyunca adım adım göreceğiz. Seyretmeyenler için filmin hikayesini bozabilecek olan ipuçlarını vermekten çekinmekle birlikte, filmin sadece bir “estetik cerrahi” filmi olmadığını söylemek istiyorum. Film süprizlerle (gerçekten büyük süprizlerle) dolu. Kadın – erkek olmanın anlamından cinselliğe, bilimsel meraktan intikama kadar pek çok farklı konuyu aynı sahneler üzerinden konuşam şansınız olacağı bir film.

Vera Cruz rolündeki Elena Anaya çok etkileyici bir güzelliğe ve aynı zamanda performansa sahip. Burada Almodavar’ın oyuncu seçimindeki başarısı bir kere daha ön plana çıkmış. Zor sahneleri – özellikle bizi süprizlere hazırlayan zor sahneleri – oynama konusunda dört dörtlük.

Eleştirebileceğim tek nokta “kadın” ve “erkek” olmak arasındaki farkın basitleştirilmesi (reductionism) olabilir. Ancak aynı nokta filmin en kuvvetli yeri olarak da görülebilir. Bu iki cümlenin arka arkaya gelmesinin kafa karıştırıcı olduğunu biliyorum. Bir açıdan bakıldığında bu hikayenin kurgusu nedeni ile kaçınılmaz bir basitleştirme gibi algılanabilir ya da söz konusu Almodovar olunca zaten verilmesi istenilen mesajın o olduğu da düşünülebilir. Diğer bir ifadeyle Almodovar, her insanın aynı zamanda hem kadın hem de erkek özelliklerine sahip olduğunu ve bunu netleştiren (ya da vurgulayan) tek şeyin de anatomik farklılık olduğunu dile getirmek istemiş olabilir. Bu açıdan düşündüğümüzde film daha da kuvvetli bir vurguya sahip oluyor.

Sonuç ne olursa olsun, yönetmen ne anlatmak isterse istesin La Piel Que Habito, kaçırılmaması gereken bir film.

IMDB Sayfası