Prof. Dr. Doğan Kökdemir
Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara – Türkiye
eposta: dogan@kokdemir.info
8 Kasım 2016 tarihinde yapılan başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi Partinin adayı Donald Trump, Demokrat Partinin adayı Hillary Clinton‘ı hiç beklenmedik bir şekilde yenilgiye uğratttı. Bu sonuç, sadece ABD için değil, dünya kamuoyu için de “süpriz” olarak algılandı. Doğal olarak, “neden böyle oldu?” sorusuna yanıt arayan uzmanlar, analizlerini yayınlamaya başladılar. Bu analizlerin (şu anda okuduğunuz da dahil) en zayıf noktası, analizlerin “post-hoc” olmasıdır. “Post-hoc” kavramı, “olan bitenden sonra” diye çevrilebilir. Diğer bir ifadeyle, elinizde bir sonuç varken, o sonuçla ilgili geriye dönüp çıkarım yapmak kolay ama çok da bilimsel değildir. Doğru olan “apriori” yani “olaydan önce” çıkarım yapmak becerisine sahip olmaktır. Bu nedenle bu yazıyı da aynı zayıf noktaya sahip bir yazı olarak okumaya devam etmeniz doğru olacaktır.
Trump ve Clinton arasındaki seçim mücadelesinin mutlaka görünen ya da görünmeyen stratejik kırılma noktaları olmuştur ya da her iki adayın seçim politikasının, seçmenler gözündeki yansımaları mutlaka çok önemlidir. Ancak, ortalama bir seçmen için belki de bütün bunlardan daha önemli iki değişken var: Değişim ve uyum.
21. yüzyıl, özellikle bilimsel alandaki gelişmelerin hız kesmediği, buna ek olarak sosyal politikaların da sorgulanmaya başlandığı, eğitimin çok daha önemli olduğu ve hepsinin toplamında bireyler arasındaki farkların arttığı bir yüzyıl gibi görünüyor. Bu yüzyılda eğitimli ile eğitimsiz, zengin ile fakir, mutlu ile mutsuz, sağlıklı ile sağlıksız arasındaki farklar giderek açılmaya başladı. Genel istatistiksel eğilimin devam ettiğini düşünecek olursak bu farklılıkların daha olumsuz olan uçlarındaki yığılma, olumlu uçlardaki yığılmadan çok daha fazla. Dünyanın herhangi bir yerindeki “ortalama” bir insanın eğitim, sağlık, yaşam koşulları gibi değişkenler açısından istediği (ya da olması gereken) yerde bulunmadığını söylemek çok yanlış olmayacaktır. Bundan farklı olarak daha iyi bir dünyada yaşamak amacıyla sosyal ve kültürel politikalarda olması gereken değişimleri de görüyoruz. Cinsiyet eşitliği, etnik köken eşitliği, cinsel yönelimlerle ilgili olarak daha liberal politikların uygulanması, sanat, bilim ve spor alanlarına yatırımların daha da artması … vb. Bu gerçekten iyi olan politikalar sıklıkla gerçekten kötü olan tercihleri ortaya çıkarabiliyorlar.
İnsanların eşitliğini savunan ve bunu hayata geçiren politiklar nasıl oluyor da tam tersi adayları kuvvetlendiriyor diye düşünebilirsiniz. Aslında sorunun cevabı yine sorunun içinde gizli. Örneğin, ortalama bir ABD vatandaşı için – normal şartlar altında – karşısındaki kişinin cinsel yöneliminin ne olduğu o kadar önemli olmayabilir. Ancak eşitlik ve haklarla ilgili mücadeleler arttığında, ilgili konularda daha fazla şey söylenmeye başlandığında, o ortalama ABD vatandaşı, her şeyi bir kenera bırakın, sadece zihinsel olarak bile bu duruma alışmak (adaptasyon göstermek) için yoğun bir enerji harcayacaktır. Çünkü siz ona yaşadığı eski dünyanın değiştiğini ve yeni bir dünyanın geldiğini söylüyor olacaksınız. Kendi başına kaldığında bu yeni dünya ile ilgili fikirlerin hepsine itiraz etmiyor olsa da, onu kendi dünyasında da ayarlama yapması için zorlamış olacaksınız. (Burada bir parantez açalım. Bu zorlama yapılmalı mı sorusuna dünya görüşü olarak cevabım evet ama istediğinizin tam tersine yol açma riskini yok saymamanız gerektiğini söylemek lazım.)
İçinde yaşadığınız evi yeniden tasarlamak isteyen 2 iç mimar var. Bunlardan ilki size yaşadığımız yüzyıla uygun, çağdaş, kullanışlı, modern, diğer evsahiplerine örnek olabilecek bir tasarım sunuyor. Ancak bu tasarım için evinizdeki hemen her şeyi değiştirmeniz, bir kısmını da atmanız gerekecek. Tasarımda sizin kontrolünüz yok, ne olduğunu bittiğinde göreceksiniz. İkinci iç mimar ise size, evinizin genel olarak güzel olduğunu sadece bazı yerleri sağlamlaştırarak büyük bir rahatlıkla torunlarınıza bile miras bırakacabileceğiniz bir tasarım sunuyor. Bu tasarımda, değişim olabilecek en az şekilde sizi rahatsız edecek, yeni şeylerden ziyade eskilerin yeni modelleri veya sağlamlaştırılmış halleri ile değişim sağlanacak. Kılınızı bile kıpırdatmayacaksınız. Aslında bu tasarımda da kontrol sizde değil ama aşağı yukarı nasıl bir şey olacağını hayal edebiliyorsunuz. Hangisini seçerdiniz?
Sosyal psikoloji kuramları (örnek, Dehşet Yönetimi Kuramı ve Sistemi Meşrulaştırma Kuramı), eğer bu dünya üzerinde kendinizi yeterli, güçlü, değerli hissetmiyorsanız ikinci iç mimarın sizi ikna edebileceğini iddia edecektir. Diğer bir ifadeyle, değişimlere uyum sağlayacak kadar yeterli değilsem (ya da öyle hissetmiyorsam) neden değişim isteyeyim ki?
Bütün bunlar ne anlama geliyor?
Bütün bunlar başımızın belada olduğu anlamına geliyor. Daha iyi bir dünya için onlarca şeyin değişmesi gerektiğini biliyoruz, bu değişimlerin insanca yaşamak için zaruret olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak değişimleri yapmaya kalktığımızda şu andakinden daha kapalı, daha muhafazakar, daha otoriter yönetimlere de yol açıyoruz. Burada temel nokta politik ideolojiler değildir, temel nokta ortalama insanın kendisini ortamalada tutacak olan liderlere olan arzusudur. Diğer bir ifadeyle, herhangi bir siyasi hareketin başarılı olmasını istiyorsanız onun başına vasatın üzerine çık(a)mayan bir yönetici atamanız yeterli olacaktır. Çünkü çoğunluk, sadece onun kendisini değişime zorlamayacağından emin olabilir.
Bu, önemli bir çıkmazdır. Bu çıkmazdan kurtulmayı başaran liderler tarih boyunca olmuştur. Belki de onların neyi nasıl yaptığını yeniden incelemek fena bir fikir olmayabilir. ABD’de hangi lideri örnek alacakları ya da neyi yeniden okuyup araştıracaklarını kestiremiyorum ama Türkiye’de değişimi isteyen politik aktörler belki de Nutuk‘u yeniden okuyarak işe başlayabilirler.