Midnight in Paris

Yönetmen: Woody Allen
Senaryo:
Woody Allen
Türkçe adı: Paris’te Geceyarısı
Yapım Yılı: 2011, İspanya / ABD
Oynayanlar: Owen Wilson, Rachel McAdams, Kathy Bates, Kurt Fuller, Mimi Kennedy, Michael Sheen, Nina Arjanda, Carla Bruni, Maurice Sonnenberg, Thierry Hancisse, Guillaume Gouix, Audrey Fleurot, Marie-Sohna Conde, Yves Heck, Alison Pill, Corey Stoll

Filmi seyrettikten sonra, bütün sahneleri 5’e bölme fikrine kapıldım; ilk ve son 1/5’lik kısımları çıkartırsak eğer geriye kalan 3/5’lik hikaye olağanüstü derecede güzel. Sanırım Woody Allen, filmin ne kadar felsefik tartışmalar üzerinde gitmesi gerektiğine, ne kadarında aile komedisi yapacağına tam olarak karar verememiş gibi. Sorunlu bir nişanlılık dönemi yaşadıkları daha filmin ilk sahnelerinde belli olan Gil (Owen Wilson) ve Inez (Rachel McAdams) arasındaki çekişme ve Gil’in müstakbel kayınvalidesi ve kayınpederi ile itişmesi klasik aile komedilerine benziyor. Açıkcası böyle bir ayrıntıya gerçekten gerek var mıydı emin olamadım. Olası nedenlerden bir tanesi modern ve postmodern hikaye arasında geçiş sağlamak ve belki de bunu yaparken seyirci azıcık da olsa şaşırtmak olabilir ama “esas adama” uygun olmayan nişanlı ve onun züppe ailesi fikri o kadar klişe ki filmde çok yabancı duruyor. Bunun yerine “esas adamı” zor durumda bırakacak ve kahramanımızın gayet güzel tanımladığı şekilde bilişsel çelişki (cognitive dissonance) yaratan bir yardımcı aile seçimi seyirciyi de aynı çelişkiye sürükleyebilirdi sanki.

Bir yazar olan ve Paris’te bulunma amacı esinlenme olan Gil’in imdadına tam geceyarısı onu 1920’lere götürecek olan bir araba yetişiyor ve kahramanımızla birlikte bizi de gerçeküstü bir dünyaya götürüyor. 1920’lerin Paris’inde kimlerle tanışmıyor ki: Picasso, Dali, Hemingway, Fitzgerald… Bu nefis entelektüel ortamda kendi romanı hakkında da geribildirim alma şansına erişiyor. Bu bölümdeki tartışmalar ve özellikle Hemingway ağzından duyduklarımız oldukça güzel ve düşündürücü. Diğer isimlerle yapılan söyleşilerdeki varoluş, gerçeklik, zaman gibi kavramlar hem çok güzel hem de az işlenmiş. Gil, ara sıra da olsa gerçek zamanına geri dönmek zorunda olduğu için tartışmalar da maalesef yeterince derinleşemiyor. Filmin sonu ise başka bir klişe ile bitiyor ama biz şimdilik söylemeyelim ne olduğunu.

Yukarıdaki eleştirilerden filmin kötü olduğu fikri çıkmamalı. Aksine, filmin tamamına hakim olan tatlı nostaljik hava sizi de içine alıyor. İnsan kendisini iyi hissettiren, değerli olduğunu hatırlatan güzel bir film. Mutlaka seyredilmeli ama yaklaşık 24 saat sonraki Oscar törenlerinde ödül alacağını pek sanmıyorum.

Vicky Cristina Barcelona

Yönetmen: Woody Allen
Senaryo: Woody Allen
Yapım Yılı: 2008, İspanya – ABD
Oyuncular: Rebecca Hall, Scarlett Johansson, Javier Bardem, Penelope Cruz, Christopher Even Welch (anlatıcı), Chris Messina, Patricia Clarkson, Kevin Dunn, Julio Perillan, Juan Queseda, Richard Salom, Manel Barcelo, Josep Maria Domenech, Emilio de Benito, Maurice Sonnerberg.

Amerika’lı iki arkadaşın, Vicky (Rebecca Hall) ve Cristina (Scarlett Johansson)’nın, Barselona tatilinin anlatıldığı film sıcak, romantik, neşeli bir aşk hikayesi şekline bürünüyor. Bu ikilinin tanıştığı ve etkilendiği Juan Antonio Gonzalo (Javier Bardem) hayatın anlamını keşfettiğine dair inancı olan bohem bir ressam. İlk tanışmaları da belki bu bohemliğin verdiği rahatlıkla gerçekleşiyor. Juan Antonio her iki genç kadından da etkileniyor ve bunu da saklamıyor; ancak eski eşi Maria Elena (Penelope Cruz) ortaya çıkınca işler biraz sarpa sarıyor…

Vicky ile Cristina birbirlerine – en azından başlarda – pek benzemiyorlar. Vicky ne kadar kuralcı ve emniyetçiyse, Cristina da o kadar serbest ve delidolu. Ancak bu delidoluluk Cristina’nın önemli bir açmazı da aynı zamanda; hayatın ve aşkın anlamını arayan ve bulmamak için de özel gayret gösteren bir genç kadını izliyoruz. Anlamı bulamamak onun için bir sorundan ziyade, yeni denemeler, yeni hayatlar ve yeni aşklar için bir başlangıç noktası. Kuralcı Vicky ise nişanlılıktan evliliğe doğru kararlı adımlarla giderken aslında isteğinin bu olmadığını da gayet iyi biliyor. Film, bu çaresizlikler anlatma açısından oldukça başarılı; Javier Bardem ve Penelope Cruz her zamanki gibi üstün performansları ile dikkati çekiyor. Benim eksik bulduğum yerlerden birisi Maria Elena’nın hikayesine yeterince yer verilmemesiydi. Bu renkli ve tuhaf kadını biraz daha irdelemek sanki iyi olurmuş diye düşündüm; ikinci ama ilki kadar önemli olmayan eksiklik ise filme adını veren Barselona’nın güzelliklerinin çok kısıtlı olmasıydı. Gerçi olduğu kadarı bile sizi büyülemeye yetiyor ama belki daha farklı mekan çekimleri de filmde olabilirmiş. Arşivinizde bulunması gereken bir film.