My Life Without Me (Bensiz Hayatım)

Yönetmen: Isabel Coixet
Senaryo: Isabel Coixet ve Nanci Kincaid
Yapım Yılı: 2003, İspanya
Oynayanlar: Sarah Polley, Amanda Plummer, Scott Speedman, Leonor Watling, Deborah Harry, Maria de Medeiros, Mark Ruffalo, Julian Richings, Kenya Jo Kennedy, Jessica Amlee, Esther Garcia, Camille Martinez, Maria Cami, Deanne Henry, Gillian Barber

“…Bu sensin. Yağmurda gözler kapalı. Böyle bir şey yapacağını hiç hayal etmezdin. Kendini hiç böyle görmemiştin. Bunu nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum. Bu, tıpkı aya basan o insanlardan olmak gibi. Ya da saatlerce günbatımını seyreden biri olmak gibi. Sanırım ne tür insanlardan bahsettiğimi biliyorsun. Belki bilmiyorsun. Her neyse böyle biri olmak hoşuna gidiyor. Soğukla savaşmak… Suyun ıslaklığını tişörtünde hissetmek. Islaklığın tenine işlemesini hissetmek. Ve toprağı hissetmek. Ayaklarının altında büyüyen yumuşak otları ve… o kokuyu. Yapraklara çarpan yağmur damlacıklarının sesini. Okumadığın kitaplarda sözünü ettikleri tüm şeyler… Bu sensin. Kim tahmin edebilirdi? Sen…”

Yukarıdaki cümleler 17 yaşında evlenen, 18 ve 19 yaşındayken iki kez çocuk sahibi olan, evlendiği kocası ile bir karavanda yaşamayı seçen bir kadının cümleleri. Üçüncü çocuğuna hamile olduğunu düşünüp hastaneye gittiğinde rahim kanseri olduğunu ve sadece 2 – 3 ay ömrü kaldığını öğrenir. Bu cümleler, “Neden ben?” sorusuna verilen yanıtlar olarak filmin başında karşınıza çıkıyor. Ann (Sarah Polley) ve kocası Don (Scott Speedman) mutlu bir evlilik sürmektedirler ancak Ann’in o henüz 24 yaşındayken kendisini yakalayan hastalığı Ann’in dünyaya bakış açısını değiştirecektir. Beklenenden farklı olarak Ann bu olayı ne kocasına ne de herhangi bir başka bir kişiye söylemeyi tercih etmiyor. Onun yerine kendisi için ölmeden önce yapılacaklar listesi çıkarıyor. Çocukları için sesini kaydetmekten, kocasına yeni bir eş bulmaya ve başka bir adamla aşk yaşamaya kadar hemen her şey bu listenin içerinde var…

Yönetmen Isabel Coixet, bu dramatik öyküyü daha da acıklı bir hale getirmekten özellikle kaçınmış gibi. Bildik, klişe sahneler ya da diyaloglar yok. Seyirciyi ağlatarak etkilemeyi düşünmemiş bile, onun yerine daha kuvvetli mesajlar, etkili çözümlemeler ve harika oyunculuklarla büyüyen duygusallık var. Ölümü anlatırken aslında yaşamın da ne kadar önemli olduğunu ince ince zihninize dokuyan bir film. Arşivinizde mutlaka bulunmalı.

IMDB Sayfası

Avatar

Yönetmen: James Cameron
Senaryo: James Cameron
Yapım Yılı: 2009, ABD
Oynayanlar: Sam Worthington, Zoe Saldana, Sigourney Weaver, Stephen Lang, Michelle Rodriguez, Giovanni Ribisi, Joel Moore, CCH Pounder, Wes Studi, Laz Alanso, Dileep Rao, Matt Gerald, Sean Anthony Moran, Jason Whyte, Scott Lawrence

James Cameron, 14 yıllık hayalini sonunda Avatar ile hayata geçirmeyi başarmış gibi görünüyor. Üç boyutlu görsel bir şölen olan Avatar uzun süre seyredenlerin aklında kalmaya aday bir film.

Dünyada ortaya çıkan enerji krizinin çözülmesi için Pandora’ya giden büyük bir şirket buradaki enerji kaynaklarını dünyada pazarlamayı düşünmektedir. Ancak Pandora’nın yerel halkı Na’viler şirket için önemli bir engeldir. Zehirli atmosferden etkilenmemek için geliştirilen Avatar programı ile insanlar günün büyük bir bölümün Na’viler arasında geçirebilmekte, böylelikle onlarla ilgili daha çok bilgi de alabilmektedirler…

Film, eski bir asker olan ve Avatar programı ile Na’vilerin arasına karışan Jake Sully (Sam Worthington) etrafında dönüyor. Tekerlekli sandalyeye mahkum olan Jake Sully, Avatar programı sayesinde ayaklarını kullanabilen bir Na’vi görüntüsünde halkın arasına karışır. Doğal olarak onu sevenler, nefret edenler tek tek ortaya çıkarlar. Filmin, Pandora ile ilgili olan görüntüleri gerçekten muhteşem. Renk seçimleri, 3 boyut etkisi ve animasyonlar mükemmel. Seyrederken kendinizi Pandora’nın içinde bulmanız, dahası orada olmayı istemeniz kaçınılmaz.

Na’vilerin selamlaşma ve sevgilerini gösterme için kullandıkları temel cümle “I see you | Seni görüyorum“, bence filmin sloganı olmalıymış. Bu kısacık cümlede hem film açısından hem de bizlerin yaşantısı açısından çok büyük anlamlar var. Pandora’da yaşayabilmek için görmek zorunda olmanız, diğer canlılara (bitkiler dahil) aslında bağlı varlıklar olduğumuzun farkındalığı çok iyi işlenmiş. Bir bütünün parçası olma fikri Avatar’ın temel mesajı olarak karşımıza çıkıyor. James Cameron, senaryo konusunda gerçekten de çok iyi çalışmış. Filmin tek sıradan yönü, kötü adamların gerçekten kötü olması ve bu konuda klasik film örgüsünün dışına çıkılmaması. Ancak, özellikle teknik açıdan sıradışı bir film. 2009’un son günlerinde vizyona giren bu film, 2009’un filmi olmaya aday.

IMDB Sayfası
Filmin Resmi İnternet Sitesi

[REC]

Yönetmen: Jaume Balaguero ve Paco Plaza
Senaryo: Jaume Balaguero, Luis Berdejo ve Paco Plaza
Yapım Yılı: 2007, İspanya
Oynayanlar: Manuela Velasco, Ferran Terraza, Jorge Serrano, Pablo Rosso, David Vert, Vicente Gil, Martha Carbonell, Carlos Vicente, Maria Terasa Ortega, Manuel Bronchud, Akemi Goto, Chen Min Kao, Maria Lanau, Claudia Font, Carlos Lasarte,

İnternet üzerinde hakkında hem olumlu hem de olumsuz eleştiriler bulabileceğiniz bir korku filmi [REC]. Daha önce Blair Cadısı filminde de denenen seyyar kamera çekimi ile hem sıradışı bir deneyim yaşatıyor hem de korku / gerilim unsurları ustaca kullanıyor. Filmin son sahnelerine kadar heyecan üst düzeyde. Filmin başında, bir TV spikerinin itfayecilerin hayatını yarı belgesel şekilde anlatmak amacıyla, kameraman arkadaşı ile birlikte şehrin itfaye merkezine gittiğini görüyoruz. Daha sonra gelen bir ihbarı değerlendiren ekipler, bizim kahramanlarımızla birlikte bir apartmana giderler ve ondan sonra her şey gerçeküstü bir hal alır.

Gerilim çok iyi işlenmiş. Hem sıradışı çekimler hem de sıradışı konusu ile son yılların en önemli korku / gerilim filmlerinden birisi olmaya adaymış. Adaymış diyorum çünkü korku filmlerin klasik sorunu olan “son sahnelerde saçmalamalar” bu film için de geçerli ve oyunculuklar maalesef vasatın üzerine çıkamıyor. Bu güzel senaryonun harcanmış olduğunu düşünüyorum. Ancak yine de korku filmi sevenler zevkle izleyebilirler çünkü pek çok korku filmine nazaran daha etkili ve yaratıcı.

IMDB Sayfası

Lost in Translation (Bir Konuşabilse)

Yönetmen: Sofia Coppola
Senaryo: Sofia Coppola
Yapım Yılı: 2003, ABD
Oynayanlar: Scarlett Johansson, Bill Murray, Akiko Takeshita, Kazuyoshi Minamimagoe, Kazuko Shibata, Take, Ryuichiro Baba, Akira Yamaguchi, Catherine Lambert, François du Bois, Tim Leffman, Gregory Pekar, Richard Allen, Giovanni Ribisi, Diamond Yukai

Lost in Translation gösterime girdiğinde, onun bir “Avrupa Filmi” tarzında sunulacağını düşündüğüm için uzun süre seyretmemiştim. Görsel imgelere verilen önem, az sayıda ve yoğunluktaki diyaloglar ve oyuncu sayısının azlığı düşünüldüğünde pek de haksız sayılmayabilirim. Ancak, fazlasıyla yanıldığım bir nokta vardı ki, o da filmin bu nedenle “kötü” olacağıydı. Bence “kült” olarak kabul edilebilecek bir romantik film. Çok etkileyici.

Filmin üst başlığı (tagline) “Everyone wants to be found. | Herkes bulunmak ister.” Film, kendilerine yabancı bir kültürde, Japonya’da kısa bir süreliğine bulunan farklı kişilerle evli Amerikalı bir kadın ve erkeğin bulunmasını konu ediyor. İlk yarım saatlik bölümde, anlatılanın ne olduğunu ya da filmin ne tarafa gideceğini kestirmekte zorlanıyorsunuz. O dakikalardan itibaren kendinizi filmin içinde, duygusal bir atmosferde, kendisini bulmaya ve de bulunmaya çalışan insanlara seslenmeye çalışırken görüyorsunuz. Bu kadar yavaş bir tempoda, kendisine seyirciyi bu kadar iyi çekebilen film sayısı azdır sanırım. Genelde oynadığı filmleri ve karakterleri beğenmemekle birlikte Bill Murray çok iyi bir seçim olmuş gibi görünüyor. Scarlett Johansson ise çocuksu güzelliği ile yine oynadığı rol için olabilecek en iyi seçimlerden birisi. Bu iki kahraman (Bob Harris ve Charlotte) evliliklerinde ciddi bir sorun yaşamayan ama genel olarak sıkılan bireyler olarak karşımıza çıkıyor. Bob Harris, ünlü bir Amerikalı aktör olmanın yanı sıra bir eş ve baba olma rollerini de oynayan ve aktörlük dahil bütün bu rollerde pek de aradığını bulamayan orta yaşlı bir adam, Charlotte ise daha genç olmasına rağmen sıkılmaya başlamış bir genç kadın. Her ikisinin yolları Tokyo’da kesişene kadar ne hissettiklerinin farkında değiller.

Bob Harris ve Charlotte arasındaki ilişkiyi aşk olarak tanımlamak ne kadar doğru bilemiyorum. Bu senaryosu ile Oscar kazanan Sofia Coppola, kesinlikle kestirme bir yol tercih etmemiş. Tipik “romantik ilişki” beklentisi bu film için geçerli değil; aşk olmadığını da iddia edemeyeceğiniz ama sanırım içerisinde fiziksel tutkulara yönelik bir şey olmadığı için aşktan da farklı olan romantik bir ilişki tanımlamış. Açıkcası seyrederken sizi sımsıcak saracak bir duyguyu göstermeyi başarmış. Sofia Coppola‘nın ünlü yönetmen Francis Ford Coppola‘nın kızı olduğunu da ekleyelim. Ben filmde yönetmenin iki tercihini çok benimseyemedim: (1) Bob Harris’in oteldeki caz şarkısıcı ile olan tek gecelik ilişkisi çok “kadınsı” bir bakış açısını yansıtıyor gibi geldi bana; sanki Charlotte ile birlikte olamadığı (ya da olamayacağı) için yapmış gibi ve (2) Charlotte’nin fotoğrafçı olan kocası, her nedense Charlotte’nin fotoğrafını bir kere bile çekmedi; amatör bir fotoğrafçı olarak böyle bir modeli es geçmek anlayabildiğim bir şey değil. :)

Sonuç olarak; bu kadar geç izlediğim için üzüldüğüm ama kaçırmadığım için de çok sevindiğim bir film. Arşive alınmalı mı? Mutlaka.

IMDB Sayfası

We’re No Angels (Biz Melek Değiliz)

Yönetmen: Neil Jordan
Senaryo: David Mamet, Albert Husson
Yapım Yılı: 1989, ABD
Oyuncular: Robert De Niro, Sean Penn, Demi Moore, Hoyt Axton, Bruno Kirby, Ray McAnally, James Russo, Wallace Shawn, John C. Reilly, Jay Brazeau, Ken Buhay, Elizabeth Lawrence, Bill Murdoch, Jessica Jickels, Frank C. Turner

Üç önemli oyuncunun (Robert De Niro, Sean Penn ve Demi Moore) hatasız oynadıkları bu film özellikle ilginç ve iyi işlenmiş senaryosu ile ilgi çekiyor. 1989 yapımı bu filmi izlemeyen pek çok kişi olabilir diye düşünüyorum; özellikle De Niro ve Sean Penn hayranlı iki usta aktörün neden “usta” olduklarını bir kere daha seyretme şansına sahip olacaklardır. Hapishaneden şans eseri kaçan ve Kanada sınırını geçmeye çalışan iki mahkum kendilerini gizlemek için rahip kılığına girerler. Dini ritüeller hakkında hiçbir şey bilmemelerine rağmen onların bu “farklı” tavrı bir “tuhaflık” olarak değil daha çok kendilerine özgü bir “yenilikçilik” olarak algılanır. Yönetmen Neil Jordan, hem komediyi hem de trajediyi aynı kare içinde kullanmayı seven bir yönetmen. Bunlara bir de dini bilgiler eklendiğinde filmin ağır havası zaman zaman komedi unsurunu zayıflatıyor ama yine de çok keyifli bir film.

IMDB Sayfası