Melancholia

Yönetmen: Lars von Trier
Senaryo: Lars von Trier
Yapım Yılı: 2011, Danimarka – İsveç.
Oynayanlar: Kirsten Dunst, Charlotte Gainsbourg, Kiefer Sutherland, Alexander Skarsgard, Brady Corbet, Cameron Spurr, Charlotte Rampling, Jesper Christensen, John Hurt, Stellan Skarsgard, Udo Kier, James Cagnard, Deborah Franko, Charlotta Miller, Claire Miller

Dünyamız son günlerini yaşıyorsa ve üstelik siz bunun farkındaysanız ne yapardınız? Arkadaş sohbetlerinin klasik sorularından birisidir bu. Genel olarak cevaplar “her şeyi bırakır eğlenirim” çözümünden “dua etmeye başlardım”a kadar gider. Başımıza böyle bir şey gelene kadar aslında ne olacağını ya da ne yapacağımızı kestirmek çok da mümkün olmasa gerek. Sıradan bir olumsuzluktan bahsetmiyoruz, söz konusu olan tüm dünyanın her şeyiyle yok olmasıdır. Bizim bilmediğimiz bir zaman aralığında ve aniden bir yok oluş belki kabul edilebilir ama yavaş yavaş yaklaşan ve kaçamayacağımız bir sonu yaşamak oldukça zor olacaktır. Genelde Amerikan filmlerinde mutlaka bir süper-kahraman çıkar ve bizi bu sondan kurtarır ama ne gerçek dünyada ne de gerçek sinemada maalesef böyle süper kahramanlar, inanılmaz silahlar ya da son anda doğru hamleyi yapan bilim insanları yok.

Filmin oldukça uzun bir açılış sahnesi var. Fotoğraflarla ya da daha doğrusu fotoğraf tabanlı görüntülerle süslenmiş olan bu bölüm her ne kadar monoton bir hava verse de sahneler o kadar güzel ki, kendinizi kaptırmadan edemiyorsunuz. Açıkcası filmin hemen başındaki bu sahneler bende “of yine mi sıkıcı bir Avrupa filmi” duygusu yaratmadı değil, belki fotoğrafçılıkla ilgiliendiğim için yine de keyif aldım ve sonrası zaten sıradışıydı. Film iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm kızkardeşlerden ilki Justine (Kirsten Dunst) üzerine kurulu. Bu bölümde Justine’nin fiyaskoya dönem düğün töreninde buluyoruz kendimizi. Hareketli kamera çekimleri bize kendimizi misafirlerden birisi gibi hissettiriyor. Justine, evleneceği genç adam Michael (Alexander Skarsgard), Justine’in kızkardeşi Claire (Charlotte Gainsbourg) ve Claire’in düşünceli / nazik eşi John (Kiefer Sutherland) bize hoş bir düğün hazırlıyorlar gibi duruyor ama belli ki bir şeyler yanlış. Çok mutlu olunması ve eğlenilmesi gereken bu gecede tam bir depresyon söz konusu. Yönetmen Lars von Trier’in dehası bence bu havayı vermekte. Çünkü normalde herhangi bir olumsuzluk açık olarak görünmese de yaratılan hava mükemmel derecede depresif. Tabii burada Justine’nin kafasından nelerin geçtiğini ve sıkıntısının nedenini tahmin etmekte zorlanıyoruz; biraz varoluşçu bir açıdan bakacak olursak – belki de bu karara filmin sonunda varacağız – oradaki bütün yaşantıların gerçek anlamdan pek de önemli olmadığını ya da daha açık bir ifadeyle hemen hemen hiçbir şeyin önemli olmadığını bize hissetiren bir hava var filmde. Filmin birinci bölümü garip ve soru işaretleri ile dolu bitiyor.

İkinci bölümde Claire ve oğlunu daha çok görüyoruz. Justine yine onların yanındadır ama artık depresyonu başetme sınırını çoktan geçmiş gibi görünmektedir. Nefis bir görsellik sunan yeni gezegenimiz Melancholia artık Güneş’in arkasından çıkmış ve Ay gibi gökyüzündeki yerini almıştır. Düğünle başlayan filmin bir anda bilimkurguya döndüğünü tam olarak anlamaya çalışırken, Claire, Justine ve John arasındaki diyaloglardan kahramanlarımızın Melancholia‘yı önceden bildiğini ve bu gezegeniz yörüngesinden kurtulup Dünyamıza çarpma şansı olduğunu öğreniyoruz. Çarpıp çarpmayacağını filmin sonunda öğreneceğiz.

“Dünyamız son günlerini yaşıyorsa ve üstelik siz bunun farkındaysanız ne yapardınız?” sorusuna geri dönelim. Melancholia bize bunu düşünmemiz için bir fırsat veriyor. Filmi seyreden herkes farklı düşüncelere dalacaktır kuşkusuz, benim bu soruya cevabım ise kocaman bir “hiç” oldu. Böyle bir bilginin ne kadar korkunç bir ölümlülük bilgisi vereceğini hissetmek garipti. Sinema ya da TV ekranından seyretmeniz bir şeyi değiştirmiyor, Melancholia size yaşamınızın o kadar sınırsız olmadığını haykırıyor sanki. Uzun süredir seyrettiğim en iyi Avrupa filmi.

IMDB Sayfası
Filmin resmi internet sitesi.

Leave a Reply