Albert Camus – Düğün

1997 (1938), Can Yayınları, 138 s.
Çeviren: Tahsin Yücel

Can Yayınları tarafından basılan bu yayın aslında iki bölümden oluşuyor; Düğün adını taşıyan ilk bölümde Camus, Cezayir’e olan aşkını varoluş felsefesi ile süsleyerek her zamanki gibi kafa karıştırıcı sorular sorarken; Bir Alman Dosta Mektuplar bölümünde ise İkinci Dünya Savaşı sırasında, aslında var olmayan ya da herkes olabilen bir Nazi yanlısına, onların eninde sonunda neden kaybedeceklerini çok etkili bir dilde anlatıyor.

Düğün, doğanın ve nesnelerin varlığının bireyin varlığıyla birleştiği bir övgü gibi: “… güneşin, öpüşlerin ve yabanıl kokuların dışında, her şey boş görünüyor gözümüze…” diyen Camus, Cezayir’in kendine has güzelliğine olan hayranlığını anlatırken mutluluğun da ne olduğunu keşfetmiş gibi sanki: “… mutluluk denen şeyi burada anlıyorum: ölçüsüzce sevme hakkı… Bir kadın bedenine sarılmak, aynı zamanda gökten denize inen şu garip sevinci bağrına basmaktır…“. Albert Camus için “yarının ve tüm öteki günlerin benzer olduğu” bu manasız (absürd) dünyada yine de anlam arayacağımız bir şey var; o da insanın ta kendisi. Çünkü sadece insan bu dünyada anlam bulunmasını zorunlu görüyor. Genel olarak varolışçular “karamsar” olmakla suçlanırlar – ki bu suçlama aslında pek de yerinde değildir. Düğün, ise bırakın karamsarlığı, her tarafından coşku fışkıran bir eser. Aslında pek çok insanın, pek çok yerde ve pek çok şekilde gördüklerine farklı gözde bakan bir adamın edebi seslenişi.

Kitabın tek problemi var; o da çevirisi. Daha önce de çevirilerini okuduğum Tahsin Yücel’in, öz Türkçe kullanım tercihleri çoğu yerde metni okunulmaz hale getirebiliyor. Zaten, biraz zor olan felsefi ağırlıklı metinlerin bir de Türkçe açısından zorlanmasını açıkcası çok anlamsız (absürd değil sadece anlamsız) buluyorum.

Jean Paul Sartre – Duvar

2008 (1939), Can Yayınları, 232 s.
Çeviren: Eray Canberk

Duvar (Le Mur), İspanya İç Savaşı sırasında Franco yanlıları tarafından yakalanan ve idama mahkum edilen bir Cumhuriyetçinin kendi ölümünü beklediği gece yaşadıklarını anlatıyor. Aynı odanın içerisinde, ertesi sabahki idamlarına kadar bir arada kalmak durumunda olan 3 adamın ölüme bakışları oldukça farklıdır. Juan, tam bir teslimiyet ve keder içerisindeyken, Tom ölümü kabullenemek istemeyen bir yarı-isyankardır. Kahramanımız Pablo ise beklediği ölümü, hatta neredeyse tercih ettiği bu durumu kabullenen ve sorumluluğunu alan bir rolde karşımıza çıkar. Doğal olarak onda da korkunun izleri vardır ve bu izlere çevresindeki nesnelerden yabancılaşma da eklenir. Sadece ölümü değil diğer bir önemli varoluşçu kaygıyı, yalıtımı / yalnızlığı da yaşayan Pablo, ölümü ve sevgilisi arasındaki ilişkiyi çok net tanımlar: “… Concha ölümümü öğrenince ağlayacaktı. Aylarca içinden yaşama isteği gelmeyecekti. Ama ölecek olan bendim… Şu anda bana baksaydı bakışı gözlerinde kalır, bana kadar ulaşamazdı. Yalnızdım…“. Ölümü kabullenmeye (çaresizlik içinde değil, doğallıkla) yönelik cümleleri de en az diğerleri kadar anlamlı: “… İnsan ölümsüz olma hayalini yitirince ha birkaç saat, ha birkaç yıl beklemiş, aynı şey…“. Bu dikbaşlı adam, kendi bekleyen gerçek sondan habersizdi kuşkusuz.

Kitapta, Oda, Herostratos, Özel Yaşam ve Bir Yöneticinin Çocukluğu isimle dört öykü daha var. Bütün bu öykülerin ortak noktası olan varoluş kaygıları, öykü biçiminde aktarılırken, bu akımın öncülüğünü de yapıyor. Sartre ve onun öyküleri açıkcası pek çok varoluşçu felsefe metninden daha yalın ve açık bir biçimde varoluşun prensiplerini ve sorularını ortaya koyuyor. Doğal olarak bu öykülerin amacı bir şeylere yanıt bulmak değil, daha çok yeni sorular sormak.

Albert Camus – Düşüş

2009 (1956), Can Yayınları, 108 s.
Çeviren: Hüseyin Demirhan

Düşüş (La Chute), kuvvetli bir monolog olarak tanımlanabilir. Parisli bir avukat olan Jean – Baptiste Clamence, bizi kendisiyle yaptığı iç hesaplaşmaya davet ediyor. Hikayenin hemen başlarında karşımızda güçlü kuvvetli, belli ki yakışıklı, zengin, çapkın, önemli bir insan olarak çıkan Clamence, yavaş yavaş kendi benliğinin karanlıklarına dolu yol alır. Camus‘nün burada anlattığı, kitabın arkasında da yazdığı gibi bencillik ve çaresizlik midir emin değilim. Bende yarattığı his daha çok anlamsızlık (absurdism) ve umutsuzluk (despair) oldu. Buradaki umutsuzluk, gelecekte iyi şeyler olup olmamasını ya da kahramanın (belki de anti-kahraman demek daha doğru) elde etmeye çalıştıkları ile bir umutsuzluktan ziyade daha genel bir biliş hali gibi. Diğer bir ifadeyle, Clamence, kitabın başında bize hissettirdiği bütün o şaşalı yaşantısına rağmen aslında gerçek herhangi bir şey yaşayabilmiş değil. Hatta, onun konuştuğu kişinin gerçekten var olup olmadığını bile bilmiyoruz. Eğer yalnız başına bir barda, karşısındaki boş şişeye bakarak konuştuğunu görsek sanırım çok şaşırmazdık.

Kiminle konuşuyor olursa olsun, Clamence’in anlattıkları bize yaşam hakkında çok şey söylüyor. Merkezde, intiharına tanık olduğu ve sadece seyirci kaldığı bir kadının görüntüsü eşliğinde, – aslında – çok klişe bir tanım olduğunu bilerek yazıyorum – bize, bizi anlatıyor. Hepimiz, Clamence’i tanıyoruz, onu gördük ve duyduk. Bizim şansımız, Camus‘den farklı olarak, onu hemen, çabucak kafamızın içinden atabilmek oldu. Clamence, belki bir asalak değil ama başkaldıran birisi olmadığı da açık. Bütün parlaklığına rağmen, sıradan bir insan… ve bu sıradan insanın öyküsü Camus‘nün kaleminden çıkınca farklı bir kimliğe bürünüyor. Yine Camus… yine güçlü cümleler.

Albert Camus – Veba

2008 (1947), Can Yayınları, 270 s.
Çeviren: Nedret Tanyolaç Öztokat

Camus, Veba’da “… Bir kenti tanımanın en bildik yollarından biri de insanların orada nasıl çalıştığına, orada birbirlerini sevdiğine ve nasıl öldüğüne bakmaktır…” der. Oran şehrini saran veba, çalışmak – sevmek – ve ölmek arasında gidip gelen insanların şiirsel bir trajedisi olarak karşımıza çıkıyor. Ansızın şehir vuran salgının yarattığı korku, ilk panik havasından ve şehrin tamamen karantiya alınmasından sonra kendisini çaresiz bir teslimiyete bırakıyor. Şehirdeki üç kişi, Dr. Rieux, Tarrou ve Grand bütün umutsuzluğa ve çaresizliğe rağmen “Esas olan, işini iyi yapmaktır” düşüncesi ile başından sonuna kadar bu hastalıkla mücadele ediyorlar.

Varoluşun aslında bir “seçim” olduğunu anlamayan ya da seçimlerinin sorumluluğunu alamayan insanlar için bütün felaketler şaşırtıcıdır. Romanda yazdığı gibi “… küçük kentimizin, farelerin güneşte ölmesi ve kapıcıların tuhaf hastalıklardan yaşamlarını yitirmesi için belirlenmiş bir yer olabileceğibi asla düşünmemişlerdi…”. Kahramanlar – diğer varoluşçu eserlerde olduğu gibi – sade, abartısız ve bizden. Renkli hemen hemen hiçbir şey yok gibi romanda; belki de bu yüzden çarpıcı bir etki yaratabiliyor. Okunması şart olan kitaplardan birisi.

Albert Camus – Yabancı

2008 (1942), Can Yayınları, 117 s.
Çeviren: Vedat Günyol


Albert Camus tarafından 1942 yılında yayınlanan Yabancı, varoluşçu felsefenin önemli kaynaklarından birisi olarak kabul edilir. Roman kahramanı Meursault, hayatın anlamını arayan (aslında anlamsızlığından / saçmalığından emin olan) genç bir adamdır. Sıradan ve saçma yaşamı, o kadar bunaltıcıdır ki ister istemez Sartre’ın Bulantı‘sı hemen aklınıza geliyor. Roquentin’inden farklı olarak Camus‘nün kahramanı Meursault daha kendi halinde ve umursamazdır. Gerçekten neden yaşadığına dair bir cevabının bile olduğu kuşkuludur. Kitabın hemen ikinci bölümünde anlatılan bir Pazar günü o kadar sıkıcıdır ki, insan ister istemez Schopenhauer‘un “…boş zamanda dinginlik tehlikelidir…” sözünü hatırlıyor. Diğer bir ifadeyle, o Pazar gününün sıkıcılığı, sıradanlığı ve saçmalığı, Meursault’un başının belaya gireceğinin bir işareti gibi. En ilgi çekici nokta, bütün kendi başına kalan kahramanımızın bir kere bile kendine bakma zahmetine girmemesi; çevresindeki hemen her şeyle ilgili farkındalık yaşayan bu adam söz konusu kendisi olduğunda sessiz bir kedi gibi. Neden böyle olduğu 5. bölümde ortaya çıkıyor; Meursault yaşam felsefesini ele veriyor: “…İnsan hayatını hiç değiştiremez ki. Zaten herkesin hayatı birbirinin aynıdır…“.

Annesinin ölümüne karşı duyarsız kalışı, öldürdüğü Arap ile ilgili olarak hemen hemen hiçbir şuçluluk duymaması ve toplumsal kuralları anlamaktaki zorluğu her ne kadar sınır zeka bir profil çizse de, Meursault yarattığı o saçma dünya içerisinde ilginç bir anti kahraman. Büyük usta Albert Camus‘nün ilk romanı olan Yabancı‘yı okumamak büyük bir kayıp olur.