eXist Podcast – Kahve, Caz ve Varoluşçuluk

Varoluş, varoluşçuşluk ve varoluşçu psikoloji kavramları oldukça geniş kavramlar. Önümüzdeki bölümlerde, özgürlük, kaygı, ölüm, hayatın anlamı, yalıtım ve diğer her şeyden bahsetme şansımız olacak. eXist, dünyadaki her şeyle ilgili. Bunu konuşurken felsefeden sanata, edebiyattan psikolojiye kadar geniş bir çerçevede yol almaya çalışacağız.
Eski öğrencim ve artık arkadaşım olan Su İdil, sözleri kendisine ait olan Chaos Never Stops şarkısının girişinde kulağımıza bir cümle fısıldıyor: Find your own rhtym in life. Yani, yaşamda, hayatın içinde kendi ritminizi bulun. Exist: Kahve, Caz ve Varoluş podcast serinin amacı da bu ritim üzerine konuşmak.

Albert Camus – Düğün

1997 (1938), Can Yayınları, 138 s.
Çeviren: Tahsin Yücel

Can Yayınları tarafından basılan bu yayın aslında iki bölümden oluşuyor; Düğün adını taşıyan ilk bölümde Camus, Cezayir’e olan aşkını varoluş felsefesi ile süsleyerek her zamanki gibi kafa karıştırıcı sorular sorarken; Bir Alman Dosta Mektuplar bölümünde ise İkinci Dünya Savaşı sırasında, aslında var olmayan ya da herkes olabilen bir Nazi yanlısına, onların eninde sonunda neden kaybedeceklerini çok etkili bir dilde anlatıyor.

Düğün, doğanın ve nesnelerin varlığının bireyin varlığıyla birleştiği bir övgü gibi: “… güneşin, öpüşlerin ve yabanıl kokuların dışında, her şey boş görünüyor gözümüze…” diyen Camus, Cezayir’in kendine has güzelliğine olan hayranlığını anlatırken mutluluğun da ne olduğunu keşfetmiş gibi sanki: “… mutluluk denen şeyi burada anlıyorum: ölçüsüzce sevme hakkı… Bir kadın bedenine sarılmak, aynı zamanda gökten denize inen şu garip sevinci bağrına basmaktır…“. Albert Camus için “yarının ve tüm öteki günlerin benzer olduğu” bu manasız (absürd) dünyada yine de anlam arayacağımız bir şey var; o da insanın ta kendisi. Çünkü sadece insan bu dünyada anlam bulunmasını zorunlu görüyor. Genel olarak varolışçular “karamsar” olmakla suçlanırlar – ki bu suçlama aslında pek de yerinde değildir. Düğün, ise bırakın karamsarlığı, her tarafından coşku fışkıran bir eser. Aslında pek çok insanın, pek çok yerde ve pek çok şekilde gördüklerine farklı gözde bakan bir adamın edebi seslenişi.

Kitabın tek problemi var; o da çevirisi. Daha önce de çevirilerini okuduğum Tahsin Yücel’in, öz Türkçe kullanım tercihleri çoğu yerde metni okunulmaz hale getirebiliyor. Zaten, biraz zor olan felsefi ağırlıklı metinlerin bir de Türkçe açısından zorlanmasını açıkcası çok anlamsız (absürd değil sadece anlamsız) buluyorum.

Jean Paul Sartre – Bulantı

1994 (1938), Can Yayınları, 239 s.
Çeviren: Selahattin Hilav

… Günlük biçiminde yazdığı bu kitabında, romanın kahramanı Roquentin’in dünya karşısında duyduğu tiksintiyi anlatıyordu. Bu tiksinti yalnızca dış dünyaya değil, Roquentin’in kendi bedenine de yönelikti. Kimi eleştirmenler romanı hastalıklı bir durumun, bir tür nevrotik kaçışın ifadesi olarak değerlendirseler de, Bulantı, yansıttığı güçlü bireyci ve toplum karşıtı düşüncelerle, Sartre’ın sonradan geliştireceği birçok felsefi konuya yer veren ögün bir yapıttı…”

Yukarıdaki cümleler, kitabın arka kapağından alıntıdır. Kitabu okuduktan sonra, şöyle düşündüm: “Acaba, Sarte, kitabının adını Bulantı değil de örneğin Kavrayış ya da İrkilme koysaydı, kitabı tanıtmak için yine aynı cümleler yazılır mıydı?” Bu soruya benim cevabım “Hayır” olacak. Çünkü, Varoluşçuluk‘un en önemli isimlerinden birisi olan Sartre, Bulantı‘da gerçekten bir varoluş keşfini anlatıyor. Kitaptaki Bulantı, bir iğrenmenin yol açtığı duygudan ziyade, doğruyu bulmak üzere olan bir insanın heyecanını gösteriyor gibi.

Nesnelerin, kişilerin ve hatta dünyanın kendisinin neden ve nasıl varolduğu ile değil varolmalarının ne demek olduğuyla ilgilenen ve bunun cevabını bulmaya çalışan Roquentin, bizi isimlerin biribirine girdiği ama aslında isimlerin önemini aynı zamanda kaybettiği bir şehir turuna çıkarıyor. Kahramanın ağzından varoluşla ilgili bütün kaygılarını ve sorularını bizlere aktaran Sartre, kitabın sonunda varoluşun aslında ne demek olduğunu bir anda buluyor. Aslında, kitabın hemen başında nelerin araştırılacağı bilgisi bize Roquentin’in ağzından veriliyor: “…Onu daha önce nasıl görüyordum, şimdi nasıl görüyorum?“. Sadece varoluşun değil, hiçlik‘in de ne demek olduğunu insanı şaşırtan bir üslupla tanımlamaya da giriyor: “…hiçlik varoluştan önce gelmemişti, o da ötekiler gibi bir varoluştu ve birçoğundan sonra ortaya çıkmıştı…

Bulantı, standart bir roman değil. Aslında belki romandan çok felsefi bir yapıt olarak da tanımlanabilir. Varoluşçuluk felsefesinin, doğal olarak özellikle de Sartre‘ın ateist varoluşçu yaklaşımını nefis bir biçimde özetleyen, kafa karıştıran, yoran, tahrik eden, farkındalık yaşatan, acımasız bir kitap. Hayatınızın herhangi bir yerinde mutlaka okumalısınız.

Alain de Botton – Felsefenin Tesellisi

2004, Sel Yayıncılık, 307 s.
Çeviren: Banu Tellioğlu Altuğ
Orijinal adı: The Consolations of Philosophy

Felsefe hakkında okumak genel olarak ortalama bir okuyucuya sıkıcı gelmiştir. Bu nedenle zaman zaman felsefi metinleri farklı şekillerde kaleme alındığı, zor metinlerden ziyade anlama önem verildiği görece anlaşılır kitaplar olmuştur. Felsefenin Tesellisi de bu kaygılarla kaleme alınmış bir kitap. Kitapta, kendi alanlarında farklı ve sapak (deviant) olarak tanımlanabilecek ve kuşkusuz felsefeye yön vermiş altı isimden yola çıkarak insani sorunlarımıza bir çözüm arayışı var. Toplum tarafından kabul görmemenin tesellisini Sokrates‘de, yeterince paraya sahip olmamanın tesellisini Epikuros‘da, düşkırıklığı gibi hepimizi yakından ilgilendiren bir sorunun tesellisini Seneca‘da, kendini yetersiz hissetmenin doğallığını ve tesellisini Montaigne‘de, aşk hayatımızdaki kırık kalplerin teselisini karamsar mı karamsar olan Schopenhauer‘da ve nihayet bütün bu zorluklarla yaşamanın tesellisini de Nietzsche‘de bulmaya çalışıyoruz.

Kitabın çok ilginç ve açıkcası başlarda bana biraz da komik gelen bir ayrıntısı var; çok basit kavramlarda bile, o kavramı ya da varlığı görselliştirmek için bir grafik, resim ya da fotoğraf kullanılmış kitapta. Örneğin, bir keçi hikayesini okurken bir de bakıyorsunuz ki paragrafın hemen arkasından bir keçi size selam veriyor. Önce bunu yadırgadım ve gereksiz de buldum ama sayfalar ilerledikçe yazarın bu görselleştirme çabasının aslında genelde “ciddi” konularda yazılmış olan kitapların genel sıkıcılığını önleyebilecek bir eylem olarak kabul ettim. Kitap gerçekten de bir çırpıda okunabilecek şekilde kaleme alınmış, zorlama metinlerden uzak, ders vermeye çalışmayan, kısa ama net anlatımlarla yukarıdaki altı ismin söylediklerini özetleyen başarılı bir eser. Kuşkusuz felsefe alanında çalışan ya da bu konularda okumayı seven kişilere fazla indirgemeci gelebilir ama özellikle bu tür metinleri eline almaya korkan okurlar için iyi bir başlangıç olabilir. Benim kitapla ilgili en çok beğendiğim özellik, okuyucuda merak duygusu uyandırması oldu. Tahmin edilebileceği gibi sadece 300 sayfalık bir kitapta bırakın bu altı önemli filozofunun tanıtılmasının mümkünlüğünü, sadece bir tanesinin hayat hikayesi bile daha büyük hacimli bir kitabın konusu olurdu. Ancak, kitap, sizi en azından bu altı isim hakkında daha fazla şey öğrenme konusunda teşvik ediyor. Başka kitaplar okumanıza ilham veren kitaplar “iyi kitaplar”dır. Bu açıdan Felsefenin Tesellisi başarılı bir eser.

Bu harika hediye için Gülce’ye ayrıca teşekkürlerimle… :)