Tosca

Yazan: Giacomo Puccini
Sahneye Koyan: Vincenzo Grisostomi Travaglini
Orkestra Şefi: Alessandro Cedrone
Dekor: Nihat Kahraman
Kostüm: Nursun Ünlü
Işık: Stefano Pırandello – Fuat Gök
Oynayanlar:
Seda Aracı, Aykut Çınar, Erdem Baydar, Cem Beran Sertkaya, Berkant Coşkun, Okan Başel, Levent Akev, Emre Uluocak, Umut Afacan
Temsil Tarihi: 09 Kasım 2013 Cumartesi, Saat: 15:00

Tosca, dünya prömiyerini 14 Ocak 1900’da Roma’da, Türkiye prömiyerini ise 2 Nisan 1941’de Ankara’da gerçekleştirmiş. Atatürk’ün de hayranı olduğu bu eseri izlemek için ben 2013 yılına kadar beklemek zorunda kaldım. Üstelik eserin konusunu öğrencilere oyun teorisi hakkında bilgi verirken kullanmama rağmen henüz seyretmemiş olmam sadece büyük bir ayıp değil aynı zamanda büyük bir kayıptı da. Neyse ki, 9 Kasım 2013 temsiline bilet bulma şansını yakalayınca, Puccini‘nin 3 perdelik bu ölümsüz eserini seyretme şansına sahip oldum. İlk sahneden, son sahneye kadar gerçekten çok başarılı bir dekor ve en az onun kadar etkili kullanılan bir ışık düzeni içinde buluyorsunuz kendinizi. Daha hemen ilk saniyelerden itibaren bulunduğunuz mekan ve zaman değişiyor. Soluksuzca izlemeye başlıyorsunuz.

1. Perde, Roma’daki Sant’Andrea klisesinin içinde başlıyor. Tutuklu bulunduğu kaleden kaçan Angelotti (Cem Beran Sertkaya) eski arkadaşı ressam Cavaradossi’den (Aykut Çınar) yardım istemek için gelmiştir. Cavaradossi bir yandan arkadaşını saklamaya çalışırken bir yandan da sevdiği kadın Tosca’nın (Seda Aracı) mümkün olduğunca az şey bilmesini sağlamak amacıyla uğraşır. Ancak, Tosca bu gizliliği tamamen yanlış yorumlayacak ve Cavaradossi’nin başka bir kadınla gizlice buluştuğunu sanacaktır. Perdenin sonuna doğru kaçağın peşinden gelen polis şefi Scarpia (Erdem Baydar), uzun süredir hoşlandığı Tosca’yı Cavaradossi’den ayırabilmek için kadının bu kışkançlığını kullanacaktır…

1. Perde çok görkemli. Sahne dekoru gerçekten harika ve oyuncular bir anda bütün izleyenleri hikayenin içine çekmeyi başarıyorlar. Bu perde de hikayenin üç kahramanını da (Cavaradossi, Tosca ve Scarpia) görüyoruz. Bu üç kahramınımızı canlandıran Aykut Çınar, Seda Aracı ve Erden Baydar tam olarak rollerine hakimler. Sadece ses olarak değil kostüm ve makyajı da eklersek bir bütün olarak üçü de kafamızdaki hayalden çok uzak değil. Erden Baydar’ın bizi Scarpia ile tanıştırdığındaki duruşu, mimikleri ve hareketleri dört dörtlük. “Kötü adam”, gerçek bir “kötü adam” olarak görünüyor ve bu adamda içten içe kontrol edemediği büyük bir aşk olduğunu da idrak ediyoruz.

2. Perde, Scarpia’nın konağında başlıyor. Cavaradossi, suçlu bir adamı (Angelotti) sakladığı için cezalandırılmaktadır, Tosca ise onun işkence altındaki çığlıklarını dinlemek zorundadır. Tosca’nın sevdiği adamı korkunç sondan kurtarabilmesi için hem Angelotti’nin yerini söylemesi hem de sonrasında Scarpia ile birlikte olmaya razı olması gerekecektir. Yoksa Cavaradossi idam edilecektir. Tosca, çaresiz, bu teklifi kabul eder ama Scarpia onun yanına yaklaştığında, sakladığı bir bıçakla onu öldürür. Kendisi ve sevgilisi için geçiş iznini sağlayacak olan kağıtları da alır ve çıkar…

Bu perdede Scarpia sahnenin hakimi. Öfkeli, tutkulu, aşık ve kötü duygudurumlarının hepsini neredeyse aynı anda yansıtıyor. Erdem Baydar’ı bir kere daha tebrik etmek gerekiyor. Ölüm sahnesini bazı seyircilerin biraz abartılı bulduğunu hissettim, özellikle son nefesini verirken biraz hırıltıya benzer bir ses çıkarması belki de çok beğenilmemiş olabilir; emin değilim. Ancak ben aksine ölüm sahnesini çok etkili bulduğumu söylemeliyim. Tek eleştirim Tosca’nın masanın üzerindeki bıçağı alma sahnesinde tahminen 1-2 adımı kaçırmasıydı. Sanırım planlandığından birkaç saniye daha erken masanın başına geldi.

3. Perde… olağanüstü. Nefis bir ışık ve dekor ile başlayan bu sahnenin en anlamlı, tüyleri diken diken eden bölümü Cavaradossi’nin (Aykut Çınar) “E lucevan le stelle” isimli aryası. Atatürk’ün neden özellikle bu aryaya hayranlık duyduğunu dinleyince anlıyorsunuz. Aykut Çınar’ın aryadaki performansı ise tek kelime ile mükemmel. Keşke o sahneyi bir kere daha tekrar etselerdi diye düşünmedim değil. Bütün kahramanların ölümüyle sonuçlanan bu perdenin – her ne kadar onlarca opera seyretmiş olmasam da – şimdiye kadar izlediğim en iyi perde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Sonuç: Mükemmel bir opera, mükemmel bir performans. Tosca’yı seyretmeden opera seyretmiş olmazsınız.

Doğan Kökdemir, PhD
Ankara, 17 Kasım 2013

Elma Hırsızları

Yazan: Faruk Erem
Oyunlaştıran: Memet Baydur
Yöneten: Volkan Özgömeç
Oynayanlar: Levent Şenbay, Çağrı Turan, Tolga Çiftçi, Oktay Dal, Ahmet Türkoğlu, Pınar Uslu, Sinem Şahin, Edip Tümerkan, Nurcihan Ergün

Isparta’da hapishane vardır
Halı dokunur
İdam tasdik çıkarsa
Kur’an okunur
Öldürmek sanatıi Alkadras
Duyurmadan azar azar

Çıkış günü her yerde aynıdır
Kalpte ümit
Ciğerde tüberküloz

Hukuk ve adalet kavramları her ne kadar birbirinin yerine kullanılsa da bazen birini bazen diğerini feda etmek zorunda kalırız. Yasa yapıcılar, sadece evrensel hukuk kuralları açısından değil kendi değerleri açısından da olaylara baktıkları için her zaman bu iki kavram arasında bir çekişme olagelmiştir. Türkiye’nin önemli hukukçularından Prof. Dr. Faruk Erem’in (1913-1998), humanist doktrin açısından ele aldığı bu ikilem Elma Hırsızları
(Bir Ceza Avukatının Anıları) isimli eserde kendisine yer bulur.

Oyunda anlatıcı rolünde bize seslenen Faruk Erem, sık sık asıl olan yaşam hakkı olduğuna vurgu yapar. “Suçlu olan kimdir?” sorusunu birbirinden farklı 12 hikayede görme şansı bulduğumuz oyunda hukuk uygulanırken adaletin her zaman yerine gelmediğine tanık oluyoruz. Oyunun doğal olarak ders verici özellikleri var, hatta özellikle hukuk fakültesi öğrencilerinin tamamının görmesi gereken bir oyun olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Belki bu ders verme özelliği nedeni zaman zaman biraz aşırıya kaçmış gibi görünebilir ama eserin bir hukukçu tarafından, hukuk ve adalet kavramlarını anlatmak için yazıldığını ve hikayerlerin de gerçek olduğunu unutmamalıyız.

Beni en çok etkileyen oyuncu Oktay Dal oldu. Hem duruşu hem harika sesi ile yer aldığı her hikayede ana kahraman rolünde.

Bu yorum oyunun 8 Mayıs 2012 tarihinde Ankara Çayyolu Cüneyt Gökçer Sahnesi’ndeki temsili referans alınarak yapılmıştır.

The Pretentious Young Ladies

Eser: Moliere
Uyarlayan: Pürnur Uçar
Yönetmenler: Gülşah Dindar, Berkem Gürenci, Pürnur Uçar
Yardımcı Yönetmen: Nazlı Ayhan
Müzik: Nazlı Ayhan
Sahne Arkası: Esma Özge Culduz ve Didem Turan
Oynayanlar: Ceren Güneş, İpek Hüyüklü, Gülsemin Yılmaz, Fatma Has, Yiğit Can Tıraş, Tijen Demirci, Şimal Çakmak, Eda Sarı, Didem Turan
Dans Grubu: Merve Akpek, Uğur Araç, Beliz Ali, Özgür Bağcı, Ayşegül Bakkal, Esma Özge Culduz, Özge Çağ, Zeynep Çevikbaş, Burcu Coşkun, Kübra Özkurt, Burak Ömer Türker, Vahit Yaşayan

Bu sefer hakkında yorum yazacağım oyun Başkent Üniversitesi, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü öğretim elemanlarının ve öğrencilerinin gönüllü katkıları ile sahneye konan bir Moliere uyarlaması. Oyun 17. yüzyıldan 1980’lere taşınırken, çok iyi seçilen müzikleri ve genç yetenekleri ile göz doldurdu. Sahnede yeralan oyuncular hepsi öğrenci ve her biri bu proje için gönüllü olmuşlar. Bölümlerine uygun olarak oyunu da sahneye İngilizce olarak taşıdılar. Bittiğinde ayakta alkışlanan bu oyun için öncellikle bölüm öğretim elemanları olan yönetmenlere yürekten teşekkür etmek gerekiyor. Onlar da tonlarca akademik ve idari iş arasında pek çok kişinin pek de yanına yaklaşmaya cesaret edemeyeceği bir işe girişmişler. Oyuncu genç öğrencilerimiz ise sadece oyunları ile değil gözlerindeki ışıltı ile de sahneyi doldurdular.

Marki Mascarille rolündeki Şimal Çakmak ve Vikont Jodelet’i canlandıran Eda Sarı gerçekten profesyonel düzeydeki performanslarıyla, evin şımarık kızlarını canlandıran Ceren Güneş (Madelon) ve İpek Hüyüklü (Cathos) ise rahatlıkları ile ilk dikkati çekenler arasında. Aslında her bir genç öğrencimiz için uzun şeyler yazılabilir ancak kişisel olarak pek çoğu ile bu dönem aynı dersi paylaştığımız bu pırıl pırıl yürekleri sadece alkışlamakla yetinmeyi tercih edeceğim. Onları sahnede görmek çok hoş ve biraz da duygusal bir deneyim. Hem oyundan hem de aynı atmosferi onlarla paylaşmaktan büyük keyif aldım.

Teşekkürler… hepinize.

Bu yorum, oyunun 18 Mayıs 2009 tarihinde Ankara Başkent Üniversitesi, İhsan Doğramacı Konferans Salonu’ndaki temsili referans alınarak yapılmıştır.

Aç Sınıfın Laneti

Yazan: Sam Shepard
Çeviren: Pınar Kür
Yöneten: Cem Emüler
Oynayanlar: Mehtap Öztepe, Mesut Turan, Canberk Uçucu, Tuncer Yığcı, Faik Artuk, Harun Özer, Güven Besimoğlu, Osman Karakoç, Başak Akbay

Aç Sınıfın Laneti oyun kitapçığında da belirtildiği gibi kapitalizm – postmodernizm vurgularının yapıldığı bir oyun olarak düşünülebilir. Belki de mesleki bir yanlılık olarak benim oyuna bakışım biraz daha farklı oldu. Aile içi ilişkilerin ve iletişimin ön plana çıktığı, evin annesinin (Ella; Mehtap Öztepe) bıkkınlığı, babanın (Weston; Mesut Turan) vurdumduymazlığı ve çocukların (Emma; Başak Akbay ve Wesley; Osman Karakoç) umutsuzluğu oyunda çok iyi anlatılmış. Annenin belli ki oldukça hayal kırıklığına uğramış olduğu bir hayatın içinde kurtulma çabasına tanık oluyoruz ancak bu çaba gerçekçilikten uzak, riskli ve biraz da bencil bir çaba gibi. Her ne kadar çocuklarına düşkün bir anne rolü çizse de aslında bunda da kurtulmak istiyormuş hissi uyandırmadı değil. Zor bir kadın, zor bir rol. Mehtap Öztepe’nin özellikle yüzüne yansıyan duygu izlerinin rol ile mükemmel bütünleştiğini söylemeden geçmeyeyim. Evin erkeksi kızı Emma’yı oynayan Başak Akbay için de benzer şeyler söylenebilir; tam bir ergen. Babasına düşkün ve annesine de biraz kızgın ama babaya olan korku onunla iletişim kurmasını da engelliyor. Oyunda benim favorim genç bir yetenek olan Osman Karakoç oldu. Evi birarada tutmaya çalısan büyük oğul Wesley rolündeki Karakoç’un performansı izlenmeye değer. Biraz abartılı sayılabilecek diyaloglarda (aslında monolog) bile abartısız oyununu çok beğendim. Sahnede Wesley rolünde başarılı bir sanatçı değil Wesley’in ta kendisi duruyor gibiydi. Tabii bir alkış da oyunun küçük kuzusuna. Her ne kadar canı acıyacak diye seyircilerin yüreğini ağzına getirse de o da rolünü güzel oynadı.

Bu yorum, oyunun 02 Nisan 2009 tarihinde Ankara Akün Sahnesi’ndeki temsili referans alınarak yapılmıştır.

Sokrates’in Son Gecesi

Yazan: Stefan Tsanev
Çeviren: İsmail Bekir Ağlagül
Yöneten: Metin Belgin
Oynayanlar: Melek Baykal, Mustafa Uğurlu, Mehmet Ali Kaptanlar

Sokrates’in (Mehmet Ali Kaptanlar) zehiri içmek için bekledi son gecede onun Gardiyanı (Mustafa Uğurlu) ile olan diyaloğuna tanık oluyoruz. Oyun tek bir sahnede, demir çubuklar arasında ustaca sergileniyor. Hem sahnedeki hareketler (özellikle demir çubukların yer değiştirmesi) ve diyaloglar bazen o kadar hızlı ki, bir şey kaçırmamak için soluğunuzu bile tutmak zorunda kalıyorsunuz. Zorlama herhangi bir diyalog ya da hareket söz konusu değil. Baştan sona ilginizi yüksek tutan zaman zaman – özellikle Sokrates’in karısının (Melek Baykal) da katılması ile temponun arttığı güzel, etkileyici, sorgulatıcı bir oyun.

Demokrasi, adalet, savaş, tutsaklık gibi kavramların mükemmel ele alındığı oyunda zaman zaman Sokrates ile Gardiyanın yer değiştirdiğine; mahkumun Gardiyan, Gardiyanın da mahkum ama sonuçta her ikisinin de kaybeden olduğunu görüyorsunuz. Oyuncular performansı hakkında ne söylenebilir bilemiyorum; Mehmet Ali Kaptanlar’ın kızgın ama esprili duruşu, Mustafa Uğurlu’nun kafa karışıklığı ve Melek Baykal’ın korumacılığı o kadar güzel yansıyor ki sahneye. Her bir sanatçıyı tek tek kutlamak gerekiyor. Tempolu ve aralıksız bu oyunu, zor bir oyunu, nefis bir şekilde izleyiciye aktarıyorlar. Oyunun kendisi kadar sorgulattığı kavramlar ve sorgulatma biçimi de uzun süre etkisini sürdürtecek cinsten.

Sokrates Hakkında Bazı Bağlantılar:

http://tr.wikipedia.org/wiki/Sokrates
http://en.wikipedia.org/wiki/Socrates
http://www.philosophypages.com/ph/socr.htm
http://plato.stanford.edu/entries/socrates/

Bu yorum, oyunun 12 Mart 2009 tarihinde Ankara Çayyolu Sahnesi’ndeki temsili referans alınarak yapılmıştır.