Sosyal Psikolojik Açıdan 1 Kasım 2015 Türkiye Genel Seçimlerinin Değerlendirilmesi

Prof. Dr. Doğan Kökdemir

Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara

Genel olarak psikoloji, özel olarak da sosyal psikoloji, “İnsanlar neden davrandıkları şekilde davranırlar?” sorusuna yanıt arar. Bu açıdan bakıldığında her ülkedeki yerel ve genel seçimler, sadece siyasetçiler, siyaset bilimciler, gazeteciler açısından değil, sosyal psikologlar açısından da ilginç bir inceleme konusudur. Siyasi davranış ve siyasi davranışın bir temsili olarak oy verme davranışı üzerine her alandan uzmanlar farklı bakış açıları ile olayı irdelemeye çalışırken doğal olarak yanlı ve yanlış kararlara da varabilmektedirler. Bu nedenle, şu anda okuduğunuz yazıyı da potansiyel hatalara sahip olabileceği bilgisi ile okumanız önerilir.

Koalisyon İsteyen Seçmenler ya da Tek Başına Güçlü Hükümet İsteyen Seçmenler

Seçimlerden sonra, seçim sonuçlarına bağlı olarak gazete yazılarında sıklıkla görebileceğiniz bu tip değerlendirmelerin; yani seçmenlerin kendi isteği ile koalisyon istemesi, herhangi bir partiyi tam baraj sınırında bırakarak “kulağını çekmesi”, başka bir partiye çoğunluk verip ama yine de anayasayı değiştirecek kadar çoğunluk vermek “istememesi” gibi çıkarımlar, en basit tanımıyla hayalidir. Herhangi bir seçim bölgesindeki seçmenlerin tamamının biraraya gelerek, kendi aralarında hangi partilere hangi nedenlerle ve hangi oranda oy vereceklerini belirlememiş olduklarını bildiğimize göre, yukarıdaki cümlelerde anlatılmak istenen “seçmen üst aklı” gibi bir beklentinin gerçek olma olasılığının yüksek olmadığı açıktır. Hemen hemen bütün seçmenler, kendi oy verdikleri siyasi partinin tek başına ve mümkün olan en büyük güçle iktidara gelmesini ister, hemen hemen hiçbir seçmen “benim partim çok iyi ama milletvekili sayısı şu rakamı geçmezse iyi olur” demez. Hatta bu beklentiler gerçekçi olmasa bile bir mucize beklentisi son ana kadar sürer.

Seçmen Hareketi Neden Olur?

Seçmenler tek bir insan değillerdir. Bütün seçmenlerin, ortak noktaları tabii ki olmakla birlikte, kendilerine has özellikleri, beklentileri, hayalleri vardır. Azımsanmayacak sayıda bir seçmen kitlesinin, kendi geleneklerine ya da dünya görüşüne bağlı olarak ne olursa olsun aynı partiyi desteklemeye devam ettiğini tahmin etmek zor değil ancak sonucu etkileyecek seçmen hareketine sahip olan ve kamuoyu araştırmalarında zaman zaman “kararsız seçmen” ya da “iki parti arasında gidip gelen seçmen” olarak tanımlanan kalabalık bir kitlenin de olabileceğini akılda tutmamız gerekmektedir. Başarılı bir seçim stratejisi çoğunlukla bu seçmenlerin üzerine yoğunlaşır ve siyasi partiler söz konusu “kararsız” seçmenleri kendi tarafında doğru çekmek için politika oluşturur.

Ancak sosyal psikolojik açıdan oy verme davranışına bakıldığında kısa zaman içerisindeki kitlesel oy hareketlerinin nedenlerinin sadece siyasi partilerinin programlarındaki değişikliklerle açıklamaya çalışmak çok mantıklı olmayacaktır. Özellikle Türkiye’deki son iki seçim arasındaki 5 ay gibi kısa bir süreye rağmen yaklaşık 5 milyon seçmenin yer değiştirmesi farklı açıklamalara ihtiyaç duymaktadır. Siyasi davranış üzerine yorum yapan uzmanlar, bu 5 aylık dönemdeki en önemli değişikliğin artan terör olayları olduğunu konusunda hem fikirler. Ancak, kendilerinin ifadesiyle artan terör eylemlerinin, rasyonel olarak iktidarın bir başarısızlığı olarak görülmesi ve bu nedenle de oy potansiyeli azaltması gerekirken, tam aksi bir sonucun ortaya çıkması ilginçtir. Aynı yorumcular, bunun nedeni olarak çoğunlukla milliyetçi seçmenin “tek başına iktidar” olasılığı yüksek partiyi seçerek “devleti kuvvetlendirme” isteğini işaret etmektedirler. Bu açıklmaya ek olarak, diğer partilerinin uyumsuzluğu, iktidara gelme olasılıklarının azlığı, yeniden bir hükümet bunalımı yaşama olasılığı gibi nedenler de dillendirilmektedir. Kuşkusuz tüm bunlar seçmen hareketini etkileyen faktörler içerisindedir.

Terör Olayları Neden İktidarları Olumsuz Etkilemez?
Tamamen olumsuz etkilemez diyemeyiz ancak sosyal psikoloji kuramları (özellikle Dehşet Yönetimi Kuramı) insanların ölümlü olduklarına dair farkındalıklarının yarattığı ölüm korkusunun (dehşet), özsaygı ve/veya kültürel dünya görüşüne artan bir aidiyetle bağlanma isteğiyle hafifletilebileceğini ileri sürmektedir. Diğer bir ifadeyle, eğer yaşadığınız ülkede, çevrede ölüm, özellikle de sizi de tehdit etme özelliği yüksek olan bir belirsizlikle birlikte varoluyorsa, bu korkunun yaratacağı rahatsızlıkta kaçmak isteyeceksiniz. Burada önemli olan sadece sizin çevrenizdeki insanların ölümü nedeniyle travma yaşamanız, üzülmeniz, öfkelenmeniz değildir; bu ölümler size de sizin ölümlü olduğunuzu yeniden hatırlatır. Bu dehşetten kurtulmanın iki yolu vardır: (1) kendinizi bu dünya üzerinde değerli bir varlık olarak tanımlıyorsanız, özsaygınız yüksekse, ya da daha basit bir tanımla birey olarak kendinizi güçlü hissediyorsanız, ölüm farkındalığının yaşatacağı dehşet daha düşük olacaktır ya da (2) eğer siz kendinizi o kadar güçlü hissetmiyor olsanız bile, size bu gücü yaşatacak bir grubun üyesi olmak yeterli olacaktır.

Tahminen kitlesel oy hareketlerinin olduğu grup ikinci gruptur. Bireysel özellikleri sayesinde yaşadığı dehşetle istediği kadar sağlıklı bir şekilde başedemeyen bir seçmenin, kendisini, kendi varoluş algısını korumak için güçlü bir gruba ihtiyacı vardır. Bu güçlü grup her zaman bir siyasi parti olmak zorunda değildir kuşkusuz, çoğu zaman futbol takımı taraftarlığı da aynı etkiyi yaratacaktır, hatta daha küçük grupların (dernekler, sendikalar gibi) üyesi olmak ve oradaki insanlar da “biz birlikteyiz, yalnız değiliz” mesajı almak da işe yarayacaktır. Ancak, kuvvetli bir siyasi irade, özellikle söz konusu ölüm dehşeti genel ve belirsiz bir konuyla ilgiliyse (terör gibi) insanların kendisine sarılması için daha iyi bir aktör olacaktır. 11 Eylül olaylarından sonra Amerikan seçmeninin bir kere daha (süpriz olarak) George W. Bush’u başkan olarak seçmesini belki de bu durumun en iyi örneklerinden birisidir. Hareket kabiliyeti olan seçmen, daha önce bir siyasi partiye mutlak bir bağlılık içinde kendisini tanımlamadıysa, ortamda dehşet varken yakınlaşmak isteyeceği yer potansiyel iktidar olacaktır. Aslında, bu davranış özelliği diğer partileri de kapsıyor, ideolojik olarak kendisini bir partinin “neferi” olarak tanımlayan seçmenlerin kendi partilerine yapışması kaçınılmazdır, diğer bir ifadeyle kemik oylar yerinde ve daha sağlam bir şekilde durur. Seçim sonucunu etkileyenler ise yazının başında belirtilen hareket halindeki “kararsız” seçmendir. Onlar bir liman aramaktadır ve ortamda ölüm tehlikesi varken, doğal olarak en büyük (en güvenilir) limanı tercih edeceklerdir.

Kısaca şöyle özetleyebiliriz: Herhangi bir ülkede, artan ölüm olayları (terör, doğal afetler ya da benzeri belirsizlik potansiyeli yüksek nedenlerden kaynaklanlar başta olmak üzere) seçmenleri oy verme davranışı üzerinde etkili olabilir. Özellikle kuvvetli bir ideolojik bağlılığı olmayan, görece daha düşük sosya ekonomik düzeyde ve görece daha düşük eğitim seviyesindeki seçmenler, kendi yaşadıkları dehşetten (ölüm farkındalığının yarattığı korkudan) kurtulmak için sistemdeki en kuvvetli siyasi partiye oy verme eğiliminde olacaklardır. Belirsiz bir dünyada, daha fazla belirsizlik yaşamamak için en iyi seçim, onlar için, iktidar partisi olacaktır.

Şikayetçi ama Hala İktidara Oy Veriyor

Oy verme davranışının, siyasi yorumcular açısından, en anlaşılmaz noktalarından birisi de budur: Seçimden önce sürekli şikayet edilen, uygulamaları beğenilmeyen, hatta örneği abartalım, kendilerine direkt olarak kötülük yapan bir iktidarın bir sonraki seçimde aynı seçmenlerden yeniden oy alması tuhaf bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. “Celladına aşık olmak” gibi tanımlanan bu durumu da açıklamak için sosyal psikoloji bize biraz yardımcı olabilir.

“Celladına aşık olmak” tabiri biraz abartılıdır ama şöyle bir ifade kullanırsak belki gerçeğe biraz daha yaklaşabiliriz: Bireyler, süregiden sistemde ekonomik, sosyal ya da kişisel zarara uğruyor olsa bile sistemin devamını arzulamaktadırlar ve bunu gerçekleştirmek için meşrulaştırma yönünde hareket etmektedirler. Diğer bir deyişle, toplumda azınlıkta olan dezavantajlı gruplar bile, söz konusu olan kendilerinin zarar gördüğü sistemin değişmesi ise, bu değişime direnç göstermektedirler. Çünkü, değişim olursa ne yapacakları, nasıl davranacakları konusunda hiçbir fikirleri yoktur.

Sistemi Meşrulaştırma Kuramı adı verilen bu kurama göre insanlar şikayet gerekçeleri ortadan kalktığı için aynı sisteme (partiye) oy vermiyorlar, şikayetleri devam ediyor ama olası bir değişimin nelere yol açacağı konusunda en ufak bir fikirleri yok. Bu belirsizliğin yarattığı endişe ve korku, yaşadıkları olumsuzluklardan çok daha kuvvetli. Araştırmalar özellikle sosya ekonomik düzeyi düşük sağ seçmenin diğer seçmen grupların göre sistemi meşrulaştırma konusunda daha hevesli olduğunu göstermektedir. Değişimin maddi zorluğu (fakirlik) muhafazakarlık ile birleşince karşımıza iktidarlar açısından daha “uysal” bir seçmen modeli çıkıyor. Muhafazakar olmasına rağmen, sosyo ekonomik durumu gelişmiş bireylerin daha rahat hareket edebildiğini, tutum ve davranışlarını (oy verme davranışı gibi) daha rahat değiştirebildiklerini söyleyebiliriz.

Kısaca şöyle özetleyebiliriz: Herhangi bir ülkede, artan ölüm olayları (terör, doğal afetler ya da benzeri belirsizlik potansiyeli yüksek nedenlerden kaynaklanlar başta olmak üzere) seçmenleri oy verme davranışı üzerinde etkili olabilir. Bu olayların yarattığı belirsizlik ortamı bireylerdeki varolan güvensizlik algısını artıracaktır. Bu algının tahribatından kurtulmak için seçmen “bir macera aramak” yerine ne kadar sorunlu olursa olsun kendi bildiği ve deneyimlediği statükoyu tercih edecektir. Şu veya bu şekilde halihazırdaki statükoyla nasıl başedeceğini öğrenen seçmenin yeni bir statükoyu tercih etmesi için gerçekten olağansüstü bir durum gerekmektedir.

Neler Yapılabilir?

Yukarıdaki iki kuramın işaret ettiği noktalar genel olarak muhalefet partileri için iyimser bir tablo ortaya koymuyor gibi görünebilir. Her siyasi partinin kendi programını uygulama isteğini ve bu konudaki samimiyetini bir önkabul olarak ele alırsak, partilerin kendilerini seçmene anlatması tabii ki oldukça önemli ve etkilidir. Ancak asıl önemli olan, hareket kabiliyetine sahip seçmen grubunun, olası değişikliklerde ne yaşanacağı konusunda kafasında olan belirsizliği gidermeye çalışmaktır. Eğer seçmen, statüko değiştiğinde de dünyanın dönmeye devam edeceğine ikna olursa, kendi seçimini de ona göre ayarlayabilir.

“Kendi kararlarını özgürce ve rahatça veren bir seçmen” gibi ideal bir beklentimiz varsa açıkcası bunun hemen hemen tek yolu, insanların kendilerinin değerli olduğunu bildikleri bir ülkede / dünyada yaşadıklarına inanmalarıdır. Ambulansın sedyesine yatarken bile sedyeyi kirletmekten korkan bir vatandaşın davranışı çok hüzünlü ve hatta çok anlamlı da gelebilir ama aslında kendisini maalesef çok değerli görmediğinin de bir kanıtıdır. O vatandaş rahatça sedyeye ayağını koyduğunda belki “ideal seçmen”e de ulaşmış olacağız.

Kaynaklar

Jost, J. T., Glaser, J., Kruglanski, A. W. ve Sulloway, F. (2003). Political conservatism as a motivated social cognition. Psychological Bulletin, 129, 339-375.

Kökdemir, D. ve Yeniçeri, Z. (2010). Terror management in a predominantly Muslim country: The effects of mortality salience on university identity and on preference for the development of international relations. European Psychologist, 15(3), 165-174.

Pyszczynski, T. A., Solomon, S. ve Greenberg, J. (2003). In the wake of 9/11: The psychology of terror. New York: American Psychological Association.

Leave a Reply