James G. Ballard – Beton Ada

1974 / 2008, Ayrıntı Yayınları, 144 s.
Orijinal Adı: Concrete Island
Çeviren: Gökçe Melis

Gelecek bugünü anlamak için geçmişten daha iyi bir anahtardır.

2009 yılında prostat kanseri nedeniyle hayatını kaybeden J. G. Ballard, en önemli İngiliz yazarlardan birisi olarak tanımlanıyor. Beton Ada, onun 1974 yılında tamamladığı, en önemli romanlarından birisi. Internette bu kitapla ilgili bilgi verilirken genellikle modern Robinson Crusoe hikayesi olarak anlatılıyor. Oldukça zengin bir mimar olan Robert Maitland, bir otoyol kavşağında arabasıyla kaza yapar ve otoyolların arasındaki Ada’da mahsur kalır. Her şeye sahip olan bir adamın bir anda yalnız ve yalıtılmış bir halde kaldığı bu Ada’da hem kendi hayatını devam ettirmesi, yardım çağırması hem de karşısına çıkacak ilginçliklerle mücadele etmesi gerekecektir. Neredeyse doğaüstü bir atmosferde ama günlük hayatın bir köşesindeki bu solukları kesecek mücadele gerçekten çok iyi aktarılmış. Şaşkınlıkla Maitland’in başına gelenleri izliyor ve onun mücadelesine tanık oluyoruz. Yalnızlık, yalıtım, mücadele, savaş, özgürlük, çaresizlik gibi kavramların hüküm sürdüğü roman aslında okuyan her farklı kişiye başka anlamlar katabilecek kadar geniş. Belki de internet üzerindeki anlatılanlara, yorumlara bakmadan kendinizi kitaba teslim etmeniz çok daha mantıklı olacaktır.

Benim açımdan Beton Ada tipik bir benlik hikayesi. Bütün zorluklarına rağmen kapana kısıldığı bir Ada’da yine de yalnız kalmak isteyen ve kendisini “Ben Ada’yım!” şeklinde tanımlayan bir insanın Robinson Crusoe kadar naif olmadığı açık. Robert Maitland, sadece bir trafik kazası geçirmiş mimardan çok daha fazlası. Düşüncelerinin size ulaşmasına izin verirseniz eğer insanın varoluşu ile ilgili farklı sorularını ve fikirlerini duyabilirsiniz. Daha ilk başlarda Ada’ya isim vermeye kalkan Maitland’in bu davranışı içinde bulunduğu travmayı anlamlandırmaya çalışan bir adamın çaresiz yakarışından başka bir şey değil ama yine de yalvarmıyor Maitland. Neredeyse Ada’da mutlu olduğunu söyleyebiliriz.

Gelecek bugünü anlamak için geçmişten daha iyi bir anahtardır diyor kitap bize. Geçmiş bugünü anlamamıza nasıl yardım edebilir ki? Geçmişi yargılarken bugünü referans alıyoruz ama bugüne dair hiçbir şey öğrenemiyoruz. Geleceğe yapılacak her bakış, aksine, bize bugün ne yaptığımızı işaret edebilir. Haftalık ya da aylık planlardan bahsetmiyoruz burada, öyle bir gelecek değil anlatılmak istenilen. Bugünün kıskaçlarından, kurallarından, normlarından kurtulmayı başarabilirsek eğer birgün, kendimizi rahat bırakabilirsek ya da, o zaman gelecekte noktaların birleşmesini sağlayabiliriz belki. Bunun yerine bugünden geçmişe bakarak gelecekle ilgili karar alıyoruz. Üstelik bu üç zamanı da tam olarak bilmiyoruz. Belki de hepimizin bir müddet de olsa Beton Ada‘da yaşaması lazım. Belki o zaman tam olarak ne istediğimizi anlayabiliriz. Hazırlıksız, gerçek, mutlak bir yalıtım ancak o zaman kendimizle yüzleşmemizi sağlayabilir. Yoksa 2 saat, 2 ay ya da 2 yıl bir odaya kapanmak, hazırlıklı bir yalnızlık asla yalıtımın yerini tutmayacaktır.

Beton Ada kendimizi sorgulamamız için fena bir başlangıç değil. İlginç öyküsü, kuvvetli detayları ve sıradışı kurgusuyla tekrar tekrar okunacak kitaplardan.

Lev Tolstoy – Hacı Murat

1852 / 1991, E Yayınları, 253 s.
Çeviren: Leyla Soykut

 

… Bir küme oluşturan bu Tatar çiçeği üç saptı. Bunlardan birinin üst kısmı koparılmıştı, sapın geri kalan kısmı koparılmış bir el gibi sarkıyordu… Belliydi ki bütün kümenin üzerinden bir araba tekerleği geçmişti. Çiğnenen bitki kümesi sonra yeniden doğrulmuştu. Belki biraz yan duruyorsa da, ne olursa olsun, duruyordu ya!.. Sanki vücudundan bir parça koparmış, barsaklarını deşmiş, elini kırmış, gözünü oymuşlardı da,o gene çevresindeki bütün canlı kardeşlerini yok eden insana teslim olmamıştı!.. Ona karşı hala dimdik duruyordu…

Özgür yaşamanın önemli bir erdem olduğuna inanan Tolstoy’un zihnindeki en büyük sıkıntılardan birisi ölümün belirsizliğiydi diyebiliriz. Ne zaman, nerede ve nasıl öleceğini bilememek, yıllar sonra Albert Camus’nün “absurd” diye nitelendireceği yaşamda en ciddi problem olarak karşısında duruyordu Tolstoy’un. Bütün eserlerinde ölümü sıradan ve gereğinden fazla normal bir şekilde anlatıyor olması benim aklıma onun da aslında ölüm fikriyle başetme konusunda oldukça savunmacı olduğunu hissetiriyor. Ne olursa olsun, Tolstoy yaşamın kendi içindeki renklere değer veren, özgür olmanın önemli olduğunu bize hatırlatan ve hayatın diğer insanların varlığıyla değer bulduğunu (ya da değersiz hale geldiğini) anlatmaya çalıştı. Bu yüzden roman kahramanları hep ayrıntılarla dolu oldu, her biri yaşamın içinde önemli – ama ölümlü – kişiler olarak karşımıza çıktı. Belki de Tolstoy’un vermek istediği mesaj, nasıl olsa öleceğimize göre, ne için öleceğimiz seçmemiz gerektiğidir. Öldükten sonra farkeder mi sorusu akla gelebilir ama yine de korkakların ölümüyle cesur olanların ölümleri arasında kendilerinden sonra gelenler için bir anlam mutlaka vardır.

Hacı Murat, Şeyh Şamil’in yanında yer alan korkusuz bir Kafkas savaşçı, din bilgini, cesur bir lider. Daha sonra arası açılacak olan Şamil’e kıyasla daha sessiz, daha kendine buyruk bir lider. Hacı Murat, artık düşman olduğu Şamil’in elindeki ailesini kurtarmak için Ruslara sığınır ve onlara savaşta yardım edeceğini söyler. Zor bir karardır bu. Bir yandan kendi inançları ve dünyaya bakış açısı nedeni ile Ruslardan aslında hoşlanmamakta ama diğer yandan ailesini kurtarmanın tek yolunun da bu olduğunu bilmektedir. Hergün yeni kararlar almak zorunda kalan ve zaman zaman kendi hayatını riske de atan Hacı Murat, düşmanlarının bile saygısını kazanmasına, bütün Kafkasya’ya nam salan cesaretine rağmen yine de yalnız bir adamdır. Kendisine sadık olan adamlarını saymazsak gerçek anlamda yalıtılmıştır. Ailesini kurtarmak gibi bir hedefi olmasa büyük ihtimalle bu dünyada neden varolduğunu düşünmek zorunda kalacaktır.

Hacı Murat kitapta çok abartılı, insanüstü bir kahraman olarak aktarılmıyor. Tam tersine normal, sıradan bir insan ama istekleri konusunda oldukça kararlı. Her kararı doğru olmasa da tek başına olduğu için zaten başka bir şansı da yok. Kitap onun hikayesini bize anlatırken aynı zamanda farklı dünyaların varlığını da gözümüzün önüne seriyor. Bir tarafta açlık, sefalet ve ölüm varken diğer yanda saraylar, eğlenceler, güzel kadınlar hayatlarını sürdürüyorlar. Bunlar Hacı Murat‘ın da dikkatini çekiyor ama onun için herkesin kendi dünyası doğru dünyadır. Bu yüzden ne ayıplıyor ne de tuhafına gidiyor.

Romanın çok eğlenceli olduğunu söylemek pek doğru olmaz. Hatta zaman zaman çok durağan bir havaya bürünüyor. Olayın kasvetli havası sayfalara da bir ağırlık bulaştırmış gibi. Yine de çok canlı. Romandaki her kahramanı görmüş gibi oluyorsunuz, özellikle Hacı Murat sadece canlı değil çok tanıdık da geliyor size. Sayfalar ilerledikçe onun için endişelenmeye başlıyorsunuz, her ne kadar o her sayfada ailesini kurtarmak için daha ümitli olsa da siz olan biteni dışarıdan gören okuyucu olarak aynı iyimserliği paylaşamıyorsunuz. Ne olduğunu kitabın sonuna saklayalım…

Lev Tolstoy – Kroyçer Sonat

1889 / 2005, İletişim Yayınları, 174 s.
Çeviren: Ergin Altay

Söylüyorum Ben size, her kim ki kadına arzuyla bakar ise yüreğinde onunla zina yapmış sayılır. (Matta, V, 28)

Kroyçer Sonat ilk basıldığında ilginç bir sansür yöntemi ile karşılaştı, Tolstoy’un eserlerini açıktan yasaklamaya cesaret edemeyen yönetim, kitapları çok pahalı bir baskı olarak piyasaya sürülmesine izin verdi. Böylece kimsenin okuyamayacağını düşünüyorlardı ama Tolstoy’un hayranlarını onun kitabını çoğaltıp elden ele dağıttılar.Kendisini düzelterek bütün dünyayı düzelteceğine inanan Tolstoy’a bu yüzden dünyanın vicdanı adını vermişti sevenleri. Kendi ahlak anlayışını, o zamanki topluma ne kadar ters gelirse gelsin açık yüreklilikle ortaya koyan Tolstoy, günümüzde bile pek göremediğimiz bir casarete de sahipti. Açıkcası kendisini politik olarak nasıl tanımladığıdan emin değilim ama tarzı açısından mutlaka bir isim vermek gerekiyor olsaydı sanırım ben ona varoluşçu bir anarşist demeyi tercih ederdim. Biraz da depresif olduğunu eklemeliyiz tabii ki. Kroyçer Sonat’ın Tolstoy’un yaşamdan bunaldığı (ya da bulantı hissettiği) bir dönemde yazıldığını biliyoruz. Kendisinden, yaşamından, evliliğinde, çocuklarından ve bunların oluşturan başta evlilik olmak üzere bütün kurumlardan sıkılan bir adamın öfkesini gösterdiği bir kitaptır bu. 1910 yılında, Tolstoy 82 yaşındayken o kadar bunalır ki, evden kaçar ve bir trene biner. Orada yakalandığı zatürre onu bir hafta içinde ölüme götürür. İlginç, sıradışı fikirleri olan devrimci bir adamın kadın ve erkek ilişkisini yorumladığı Kroyçer Sonat, hem kendi yaşamından kesitler taşıyor hem de Beethoven’in aynı isimli eserinin adı. Tolstoy’un bu eserin etkisinde romanı yazdığı biliniyor. Eserin ilk bölümünü dinlemek için bu bağlantıyı seçebilirsiniz.

Kahramanımız Pozdnişev, uçarı bir gençlikten sonra artık evlenmeye ve hayatını bir düzene oturtmaya karar verir. Bu karar onun hayatını artık geri dönülmez bir şekilde değiştirir. Kitabın hemen başında tanıştığımız Pozdnişev bize kıskançlık nedeni ile karısını öldürmüş olduğunu söyler ve sonra da adım adım bu cinayete giden olayları sıralar. Olay basit bir cinayetten ötedir. Pozdnişev’in ağzından konuşan Tolstoy, hem cinselliğin hem de evliliğin ne kadar “ahlaksız” şeyler olduğuna bizi ikna etmeye çalışır. Ona göre cinsellik ve evlilik özellikle erkekler için büyük bir tuzak, aldatıcı bir rahatlama halidir. Evli olmaktansa kadınlarla evlilik dışı ilişkiler kurmanın daha iyi olduğu fikrini de duyarız. Her ne kadar cinsellik tamamen kötü bir şey olarak adlandırılsa da asıl bela evliliğin kendisidir. Pozdnişev, evliliğin sadece erkekler için değil kadınlar için de tutsaklık olduğunu sık sık dile getirir. Her ne kadar asıl acı çekenin erkek ve acı çektirenin de kadın olduğuna dair bir genel yaklaşım olsa da her iki cinsiyet için kötü bir kurumdur evlilik. İnsanların sahtekarca evli kadınlara saygı duymasına da itiraz eder Pozdnişev ve şöyle der: “… Kısa süreli orospular genelde aşağılanır, uzun süreliler ise saygı görür…“. Kitabın yazıldığı yıllar açısından oldukça sert bir ifadedir bu, herkesce kutsal sayılan evlilik kurumuna tam bir başkaldırıdır.

Başka bir varoluş sorusu ile bir kere daha karşımıza çıkan Pozdnişev, kendisine yöneltilen “evlilik kurumu, cinsellik ve çocuklar olmadan insan soyu nasıl sürecek?” sorusuna başka bir soruyla karşılık verir: “Neden sürsün?… İnsan soyu neden sürmek zorunda?“. Eğer bir amacımız yoksa – ki pek var gibi görünmüyor – o zaman neden insan soyunu sürdürmek zorunda olalım ki diyen Pozdnişev’e cevap verecek kimse çıkmaz. Domuz gibi yaşamak olarak tanımladığı evlenmek – sevişmek – üremek üçgeni hayatın anlamı olamaz Pozdnişev’e göre. Tabii bütün bu çıkarımlara kıskançık krizine girip karısını öldürdükten sonra erişmiştir. Artık çok geçtir.

Bir tren yolculuğunda geçen bu felsefik romanda Tolstoy hem yaşadığı çaresizliği, kendi hayatındaki sıkıntıları nefis bir dille aktarırken aynı zamanda doğru kabul ettiğimiz onlarca değere farklı bir açıdan bakmamız için bizi zorluyor. Sonunda Pozdnişev’in karısını öldüreceğini bilmenize rağmen çaresizce adamın bundan vazgeçmesini beklerken buluyorsunuz kendinizi. Çok gerçek bir yaşam, çok gerçek duygular içerisinde yazıldığı o kadar belli ki… sizi derinden etkiliyor. Fikirlerine katılmasınız da Pozdnişev’i seveceksiniz ve anlayacaksınız. O, aşk acısı yaşayan ama aslında aşk da istemeyen bir adam. Yavaş yavaş kendisini tuzağın içerisine atarken biz de onu seyrediyor olacağız.

Okunması, tartışılması gereken bir kitap.

Chuck Palahniuk – Ölüm Pornosu

2008 / 20011, Ayrıntı Yayınları, 191 s.
Çeviren: Funda Uncu

Hem yayınevi hem de çevirmen için açılan davalarla gündeme gelen Ölüm Pornosu (Özgün Adı: Snuff), karanlık yazar Chuck Palahniuk’a ait. Kitabın adını Türkçe’ye çevirirken Ölüm Pornosu koymak çevirmenin fikri miydi bilemiyorum ama harika bir tercih. Hem “ölüm” ve “porno” gibi potansiyel okuyucuyu kendisini çeken kavramlar kullanılmış hem de anlatılan hikaye için yazarın seçiminden bile daha iyi bir isim bulunmuş.

Porno kraliçesi Cassie Wright, kariyerinin sonlarına yaklaşırken tek filimde 600 erkekle birlikte olarak bir dünya rekoru kırmak ister. Bu garip ve korkutucu rekor denemesi için ona yardımcı olarak 600 erkek arasından üçü, Bay 72, Bay 137 ve Bay 600 gözünden orada olup biten her şey anlatılır. Eksik kalan kısımları da Cassie Wright’ın asistanı Sheila tamamlayacaktır.

Porno endüstrisi gerçek bir endüstri. Özellikle internet kullanımı ile birlikte hemen hemen bütün ülkelerde pornografik sitelerin ziyaretçi siteleri ilk sıralarda yer alıyor. DVD’ler, oyunlar, oyuncaklar ve aklınıza gelebilecek her türlü nesnelerle birlikte bu endüstri oldukça büyük bir ekonomik güce sahip. Palahniuk, gerçek bir yaşam kesitinden hayali kahramanları kullanarak bahsediyor. Kitabın doğal olarak sert bir dili olmasına rağmen pornografik diyemeyiz, okuyucu tahrik etmek gibi bir amacı yok ya da gözünüzün önünde sahnelerin canlanması gibi kaygısı da yok. Çok farklı bir hikayeyi, insanların yaptıkları tercihleri, pişmanlıkları, hayatı anlamlandırma çabalarını oldukça sıradışı bir mekan içerisinden anlatıyor. Bu açıdan bakıldığında kitap dahice bir kurguya sahip. Okurken rahatsız olabileceğiniz çokca detay da var kuşkusuz ama bu detaylardan bir kısmı özellikle eski Hollywood filmleriyle ilgili olanlar oldukça ilgi çekici. Örneğin Marilyn Monroe’nun ayakkabılarından bir tanesinin topuğunu azıcık kısaltarak yürüyüşünü “daha seksi” kılması ilk defa duyduğum bir ayrıntıydı.

Film çekimi sırasında asistanın söylediği numaraya göre içeri girecek olan 600 adamın aynı mekanda neler yaptıkları, birbirleri ile kısmi iletişimleri ve genel olarak cinsellikle ilgili söylemleri sanılanın aksine hiç rahatsız edici değil. Rahatsız olan aktarılan “kirlenmişlik” hissi. Hem bulunulan ortamın gerçek anlamda pis olmasından bahsediyoruz, hem adamların kendi kirli vücutlarından hem de olayın kavramsal kirliliğinden. Ne kadar ilgilinizi çekerse çeksin bu anlatılanları okuduktan sonra öyle bir mekanın yanından bile geçmek isteyeceğinizi sanmıyorum. Kitabın temel konusu Cassie Wright’ın neden böyle bir işe kalkıştığı, burada öykünün farklı bir boyutuyla karşılaşıyoruz. Çünkü Wright’ın evlatlık vermek zorunda olduğu bir çocuğunun olduğuna dair dedikodular konuşuluyor. Belki de oradaki 600 adamdan biri kendi çocuğudur…

Hakkında dava açılmasaydı bu kitap Türkiye’de ne kadar okunurdu bilemiyorum. Açıkcası ben de önce davayı duymuştum, kitabı daha sonra okudum. Sanırım reklamın gerçekten iyisi kötüsü olmuyor. İnanılmaz ilginç bir öyküsü olmasa da kurgu ve yazım tekniği açısından ilgi çekici olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bana biraz Boris Vian’ın kitaplarını hatırlattı: Sert, kısa ve net cümleler. Kitap sizi hızlı okumak zorunda bırakan bir tempoya sahip. Özellikle yazmayı sevenlerin ve henüz Palahniuk okumamış olanların okumaktan pişman olmayacağına eminim.

Çoğunluk

Yönetmen: Seren Yüce
Senaryo: Seren Yüce
Yapım Yılı: 2010, Türkiye
Oynayanlar: Bartu Küçükçağlayan, Settar Tanrıöğen, Nihal G. Koldaş, Esme Madra, Erkan Can, Feridun Koç, Mehmet Ünal, Cem Zeynel Kılıç, İlhan Hacıhafızoğlu

Tipik bir Türk ailesi. Milliyetçi muhafazakar hayat biçimini benimseyen, hali vakti yerinde bir müteahhit baba Kemal Bey (Settar Tanrıöğen), kendi kendine şikayet etse de evini çekip çevirmeye gayret eden bir anne Nazan Hanım (Nihal G. Koldaş) ve hayatını ne tarafa doğru yönlendirmesi konusunda karar veremeyen, tam anlamıyla “boş” bir yaşam süren ergen üniversite öğrencisi Mertkan (Bartu Küçükçağlayan) arasındaki ilişki çoğu insan tanıdık gelecektir.

Mertkan, kararsız, ürkek, ne istediğini bilmeyen ve duygularını ifade etmek konusunda cimri bir gençtir. Günlük rutinleri arasında sadece yemek yemek, bilgisayarda kendisini çok yormayacak oyunlar oynamak ve alışveriş merkezilerinde arkadaşlarıyla takılmak bulunan bu delikanlı politik olarak da keskin görüşlere sahip olmayan sadece hayatını yaşayan (sadece nefes alan) bir genç insandır. Hayatla ilgili bir planı olmamasının yanı sıra kendisine sunulan önerilere de itiraz edecek kuvveti bulamana çekingen bir karaktere sahiptir. Doğal olarak böyle bir karakterin babası ise tam aksine “iş bitirici”, otoriter ve duygusuzdur. Her ne kadar oğlunu sevdiğini hissediyor olsak da kendi dünya görüşüne o kadar kapatmıştır ki kendini alternatif hiçbir dünya onun kafasında zaten varolamaz. Bu nedenle oğlunun da kendisi gibi olmasını istemesi kadar doğal bir şey olmayacaktır.

Çaresiz Mertkan’ın hayatını değiştirebilecek tek şey karşısına çıkmakta gecikmez, Gül (Esme Madra). Mertkan Gül’ü sever ama Gül’ün sevgisi daha koşulsuz ve cesurdur. Mertkan ise karşısına çıkan ilk engelde kafasının karışmasına izin verecektir. Genç kızın Van’lı olduğunu öğrenen milliyetçi babanın öğüdü açıktır: “Bu kızı bırak”. Hayatından ilk defa farklı bir dünyanın var olduğunu gören, belki de ilk defa dolmuşa binmek zorunda bile kalan Mertkan için önünde iki seçenek vardır: Ya babasını dinleyip çoğunluğa katılacak ya da ne olursa olsun sevdiğin insanın peşinden gidecektir.

Çoğunluk, basit bir aşk hikayesinden çok daha fazlasını içeriyor. İnsanların nasıl robotlaşabildiğinin, çoğunluk dediğimiz o kirli kalabalığın bizi nasıl engellediğini, aslında aldığımız kararların bize ait olmamasını nasıl gözden kaçırdığımızı tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor. “Böyle olmasını istiyorum” yalanını ne kadar rahat söylediğimizin güzel bir örneği anlatılan hikaye. Aile, kültür, din vb. değerlerin elimize ender geçen fırsatları kaçırmamıza nasıl neden olduğunu abartısız bir dilde anlatıyor. Bu açında Çoğunluk, rahatsız edici bir film. Yalınlığı nedeni ile size nerede olduğunuzu ve kim olduğunu bir kere daha hatırlatıyor.

Filim baba – oğul rollerini oynayan Settar Tanrıöğen ve Bartu Küçükçağlayan göz kamaştırıcı bir performans sergiliyorlar. Çok doğal oynamalarına ek olarak rolleri onlara çok yakışmış. Filmde iki kusur var: (1) genelde Türk filmlerin ortak sorunu olan sahne atlamalar (ani geçişler ve boşluklar) ve (2) yardımcı rollere başrollerdeki özenin gösterilmemesi. Oldukça dar bir kadro kullanılması filmin gücünü azaltmış diye düşünülebilir. Ancak genel olarak seyredilmesi ve arşivde bulunması gereken bir film.

IMDB Sayfası
Filmin Resmi İnternet Sitesi