Ölüme Dokunanlar

Bazı insanlar güzel yaşarlar.
Acımasızdır ama güzel yaşayan insanlara daha çok yakışır ölüm.

Eşinin ardından hayata gözlerin yuman usta bir sanatçı Meral Okay, kendisini tanıyanların zihinlerinde tarifsiz bir acı bıraktı muhakkak. Biz tanımayanların boğazında ise koca bir yumru. Ölen her insana üzülürüz, doğaldır bu ancak bazı insanların kaybına üzülürken farklı bir şeyler hissedersiniz. Boğanızdaki o yumrunun içerisindedir cevabı da… çıkaracak gücümüz var mıdır acaba?

Aynı eşi Yaman Okay gibi, Meral Okay’ın da acelesi varmış ki dolu dolu yaşadı.

Tutku dolu bir adamdı” demişti Yaman’ının ardından, “tutku dolu bir adam“. Çok genç yaşta kaybettiği sevgisinin ardından onun da aklına gelmiştir mutlaka hemen ardından koşmak ölüme doğru. Belli ki bir şey durdurmuş Meral’i, yaşamaya devam etmiş, belli ki tutku dolu adamını o yokken de sevebilmek için yaşamayı seçmiş. Onun için demedi mi zaten “ölü birini sevmek çok zor” diye. Zordu, zordur… bundan kuşku duymak anlamsız, zordur ama ne güzeldir birini öldükten sonra bile sevebilmek. Yaşarken ikisi de birbirilerin hücrelerinde varolan Yaman ve Meral, Yaman terk edip gidince bu dünyayı Meral’de birleştiler belli ki… umarım şimdi de sonsuzlukta.

Aşk kendinden vazgeçme halidir demiş Meral Okay. Ne kadar güzel bir tanımlama. Bir başkası için ya da belki de “tek” olmak için kendinden vazgeçme hali. Halbuki yorucudur kendinden vazgeçmek, insan hep kendi hayatının ipleri kendi elinde olsun istemez mi? Kendisi olmak, kendi kararlarını kendisi vermek, kendisi başarmak ya da kendisi yenilmek istermez mi? İster. Güzel yürekli Meral’in bahsettiği vazgeçme bu değildir ki zaten. Bakın devamında ne der: “… kendi benliğini ezmeden ‘biz’ olma halidir aşk…“. “Biz olma hali”… tarihin her kıvrımında, romantik her adamın ve her kadının aradığı “biz olma hali”, “tek olma hali”, “çok olma hali”. Ölüme henüz dokunmaması gereken Yaman’ın ve Meral’in bize verdiği derstir bu oluşlar. Kalplerin hızlı atışından daha fazlasından bahsediyor ikisi de. Hayatta varolan iki farklı insanın tarihin ve zamanın belirsiz bir döneminde, bu absurd dünyanın saçma sapan bir köşesinde bir an için bile olsa “tek” olmaktan bahsediyorlar. Ne geçmişteki yaşamlar var bunun içinde ne de geleceğe yönelik planlar. “Tek” olabildiğiniz insan da “tek”tir, beğenseniz de beğenmeseniz de “tek”tir.

Sırf sen sevdiğin için her seferinde aynı çiçeği alan adamın tutkusudur bahsettiğimiz ya da sırf sen sevdiğin için parmak uçlarıyla yüzüne dokunan kadının narinliğidir, “tek olmak” her şeye inat “çok olmak”tır aslında. Yaman Meral için oldu bunu ve belli ki Meral de Yaman için. O yüzden ölüme dokunan bu güzel yüreklerin hikayesi boğazınızda bırakıyor koca bir yumru. Sadece ölümün karanlığı ya da korkusu değil içinizdeki, Orhan Veli’nin dizeleridir gözünüzün önündeki o hüzünlü sis:

Benim, bardağın , sürahinin ,
Önümüzdesin ; rengin uçmuş,
Bu ; eski , sevdiğim bir duruş
Elin , içinde benimkinin.

İçelim! Madem ömrümüz hoş
Geçmiş , tatmamışız ayrılık ;
Madem ne bardağımız kırık,
Madem ne sürahimiz boş.

Bir gün ikimizden birimiz
İçmek veya doldurmak için
Burada olmayabiliriz.

Yaşama ait her şeyi onarmak mümkündür; her korkutucu sorun eninde sonunda geçer gider. Her kötü anın mutlaka bir bitişi vardır. Yaman, Meral’e; Meral, Yaman’a kavuşabildikten sonra ölüme dokunmak bile güzeldir.

Bazı insanlar güzel yaşarlar.
Acımasızdır ama güzel yaşayan insanlara daha çok yakışır ölüm.

The Tree of Life

Yönetmen: Terrence Malick
Senaryo: Terrence Malick
Türkçe Adı: Hayat Ağacı
Yapım Yılı: 2011, ABD
Oynayanlar: Brad Pitt, Sean Penn, Jessica Chastain, Hunter McCracken, Laramie Eppler, Tye Sheridan, Fiona Shaw, Jessica Fuselier, Nicolas Gonda, Will Wallace, Kelly Koonce, Bryce Boudoin, Jimmy Donaldson, Kameron Vaughn, Cole Cockburn

2011 yılında birbirinden ilginç filmlere imza atıldı; özellikle yaşam – varoluş – ölüm temalarını işleyen ve bunları biraz da deneysel sinemanın bir uzantısı olarak seyirciye yansıtan bu filmlerin başında The Tree of Life (Hayat Ağacı) geliyor. Filmin yarattığı duyguyu size kısaca aktarmaya çalışayım:

a. Film başlıyor ve ilk 10 – 15 dakika acaba doğru bir film mi seçtim seyretmek için diye düşünüyorsunuz. Genel bir durgunluk ve o durgunluğun içindeki karmaşıklık sizi seyretmeme yönünde teşvik ediyor.

b. Tam “bunu en azından bugün seyretmeyeyim” diye hamle yapmak üzerineyken birdenbire inanılmaz bir görsellik karşınıza çıkıyor. Tekrar koltuğunuza oturup soluksuz bir şekilde evren ve dünya ile ilgili muhteşem görüntüleri seyrediyorsunuz. Neredeyse belgesel tadındaki bu görüntüler sadece güzel değiller, aynı zamanda çok da gerçekler. O andan itibaren ilk 15 dakika ile şimdi gördüklerinizi birleştirmeye çalışıyorsunuz – çalışıyorsunuz diyorum çünkü bu biraz bilmece gibi.

c. Daha sonra bir aile yaşantısının tam içine düşüyorsunuz; otoriter bir baba, güzel huylu bir anne ve 3 erkek çocuk. Bu çocuklardan birinin 19 yaşına geldiğinde hayatını kaybedeceğini filmin başında size söylüyor yönetmen. Anne – baba ve çocuklar arasındaki ilişkilerin anlatımı gerçekten çok başarılı. Ergenliğe geçişteki isyanlar, kardeşlerin birbirini gözetmesi, zaman zaman kıskançlıklar ve daha birçok özellik anlatılırken, bir yandan da ölüm kavramı sık sık hatırlatılıyor.

Film tam bir varoluş filmi. Her ne kadar hemen hemen bütün deneysel filmlerde olduğu gibi bazı soruların cevabı yönetmenin kafasında saklı kalsa da dikkatle izlendiğinde üzerinde konuşulacak çok şey var. Tahminen seyreden herkesin farklı noktalarına takılacağı ama genel olarak da yalıtılmışlık ve anlamsızlık gibi varoluşçu kaygıların ortaya çıkartılacağı sahnelerin olduğu etkili bir yönetmen filmi.

Anne rolündeki Jessica Chastain‘den özellikle bahsetmek gerekir diye düşünüyorum. Oyuncu seçiminin çok önemli olduğunu herkes biliyor ve bunu sıklıkla vurguluyorum ben de. Bu filmde anne rolü için seçilen Jessica Chastain tek kelimeyle olağanüstü bir seçim. Sadece rolün hakkını verdiği için değil aynı zamanda fotoğrafik olarak da oynadığı role mükemmel bir uyum sağlıyor. Brad Pitt ve Sean Penn gibi isimlerin ne kadar kuvvetli olduğunu hesaba katarsanız, onun isminin ön plana çıkıyor olmasının değeri daha çok anlaşılır.

Seyreden herkesin keyif alacağını söylemek çok zor olur ama bence denemeye değer. Çok sıkılırsanız seyretmeme şansınız her zaman var. Özellikle psikoloji / varoluşçu psikoloji gibi konulara ilgi duyanların kaçırmaması gereken bir film.

Filmin Resmi İnternet Sitesi
IMDB Sayfası

Black Mirror

Yönetmen: Otto Bathurst, Euros Lyn, Brian Welsh
Senaryo: Charlie Brooker
Yapım Yılı: 2011, İngiltere
Oynayanlar: Daniel Kaluuya, Toby Kebbell, Rory Kinnear, Jessica Brown Findlay, Tom Cullen, Lindsay Duncan, Jodie Whittaker, Rupert Everett, Donald Sumpter, Julia Davis, Tom Goodman-Hill, Amy Beth Hayes, Rebekah Staton, Ashley Thomas, Anna Wilson-Jones, Patrick Kennedy, Paul Popplewell

Black Mirror, 3 bölümden oluşan bir mini dizi. İngiliz yapımı olan bu dizinin her üç bölümü farklı bir hikayeyi, farklı oyuncularla ve farklı yönetmenlerle anlatıyor. Hikayelerin ortak noktası seçimler ve özgürlükler gibi görünüyor. Görünüyor diyorum çünkü hikayelerin sadece tek bir teması olduğunu söylemek büyük haksızlık olur. Üç öykünün de yazarı olan Charlie Brooker, seyirciyi emniyetsiz bir dünyaya başarıyla sürüklerken, farklı gerçekliklerin ve şimdiye kadar hiç düşünmediğimiz açmazların olduğu bir dünya yaratıyor. Gerçeklerden çok da uzakta olmayan bir gerçeküstü dünya bu. İnsanları özgür kılan özelliğin, seçim yapabilme becerisi olduğunu sıklıkla söyleriz, 3 hikayedeki seçimler ve özgürlükler gerçekten de sınırları zorlayacak cinsten. Her bölümün sonunda zihinlerde kalan çaresizlik hissi, hemen uzaklaşmak isteyeceğimiz türden. Bazı filmler ve kitaplar vardır; onlarla ilişkinizi bitirdiğiniz andan itibaten unutmaya başlarsınız. Sistem kendisini bu şekilde korur. Black Mirror bunun tipik bir örneği.

1. Bölüm: “The National Anthem” (“Ulusal Marş”). Bu bölümün yönetmeni Otto Bathurst. Hikaye Londra’da, Prenses Susannah’nın kaçırılma haberi ile başlıyor. Prensesi kaçıran kişinin, istediği tek şey vardır: İngiltere Başbakanının, aynı gün saat 16:00’a kadar, bir domuzla canlı yayında cinsel ilişkiye girmesi ve bunun bütün ulusal TV kanallarından ve uydu aracılığıyla yayınlaması. Aksi halde Prenses öldürülecektir. Bu sıradışı, abartılı, korkunç isteğe Başbakan’ın uyup uymayacağını bölümün sonunda göreceğiz. Haberin duyulmasıyla birlikte Kraliyet ailesi, Başbakan ve onun ailesi, medya, halk,… neler yapılması gerektiği konusunda taraf olmaya başlar. Hikayede bu taraf olma süreci çok güzel anlatılıyor. Bu arada gizlenmeye çalışılan olayın internet aracılığı ile bütün dünyada birkaç saat içinde duyulması da günümüzdeki “gizlilik” kavramına ilginç göndermelerle dolu. Başından sonuna nefesinizi tutarak izleyeceğiniz bir gerilim.

2. Bölüm: “15 Million Merits” (“15 Milyon Ödül | Kredi”). Birinci bölümden tamamen farklı olan bu hikayede kendimizi SiMS türü bir dünyada buluyoruz. Bu dünyada yaşayanlar kredi kazanabilmek için (merits) hergün pedal çevirmek zorundalar ve kazandıkları krediler yemek, temizlik gibi masraflara gidiyor. Hatta aniden gözlerin önünde beliren ticari reklamları seyretmek istemezlerse bunun için de kredi ödemek zorundalar. Korkunç, sıkıcı, postmodern kölelik olarak tanımlayabileceğimiz bir yaşam karşımızda. Bu bölümün yönetmeni Euros Lyn. Hikaye bir açıdan George Orwell’in 1984‘ünü hatırlatmıyor değil. Bu hikayede de uyulması gereken bir sistem ve bu sistemden kurtulup özgürlüğüne kavuşmak isteyen insanlar var. Ancak Black Mirror‘ın dünyasında özgürlüğe kavuşmak da garip bir kavram. Bu dünyada özgülüğe kavuşmak 15 Milyon kredi toplayıp “Yetenek Sizsiniz” tarzında bir programa katılmak demek. Belki de bu bölümün en vurucu yeri de burası. Gerçekte ne olduğu ve ne yapıldığı tokat gibi yüzümüze çarpılıyor. Diğer bir ifadeyle bu aynaya baktığımızda aslında seyrettiğimiz ve garipsediğimiz o gerçek üstü dünyanın aslında bizim dünyamız olduğunun farkına varıyor. Kahraman(lar)ımız 15 Milyon kredi toplayabilecek mi ve daha önemlisi toplarlarsa sistemden kurtulabilecekler mi onu burada söylemeyelim ama bir öncekine göre görece daha durağan olan bu bölümün hem teknik hem oyunculuk açısından çok göz doldurduğunu ekleyelim.

3. Bölüm: “The Entire History of You” (“Senin Tüm Tarihin”). Brian Welsh tarafından yönetilen son bölüm, oldukça ilgi çekici ve özenilecek bir fikirler başlıyor. İnsanların kulaklarının hemen arkasına enjekte edilen bir kaydedici sayesinde hayatınızdaki tüm olaylar sizin gözünüzden bir yapay belleğe aktarılıyor ve istediğiniz zaman istediğiniz anınızı, birebir olduğu gibi tekrar görebiliyor hatta bunu diğer insanların seyretmesini de sağlayabiliyorsunuz. İsterseniz kötü anılarınızı silebilirsiniz de. Fikir önce çok güzel geliyor ama sonra bunun aslında kişilerin özgürlüğünü nasıl kısıtlayabileceğiniz ve paranoyaklaştırabileceğini görünce farklı düşünmeye başlıyorsunuz. Örneğin, sevdiğiniz insanın eski ilişkilerini seyretme potansiyelin olması pek de cazip gelmiyor – ki hikaye özellikle bu problemi temel almış. Farklı nedenlerle bu sisteme dahil olmayan insanlar da var ve evet onlar kendilerini daha “özgür” hissediyorlar. Her davranışımız, sözümüz kayıt altına alınıyor olsaydı ve biz de bunun farkında olsaydık acaba yine şu anda davrandığımız gibi mi davranırdık? Pek sanmıyorum.

Black Mirror, absürd bir mini dizi. Tahminen seyreden herkes farklı şeyler bulacaktır ve üzerinde tartışılacak çok şey ortaya konacaktır. Gerçek, özgürlük, otantiklik gibi kavramları aynı potade eritmeyi başarabilen güzel bir yapım olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Kısa bir Matrix dünyasına girmek istiyorsanız kaçırmamanız gerekir.

IMDB Sayfası

Never Let Me Go

Yönetmen: Mark Romanek
Senaryo: Kazuo Ishiguro (roman), Alex Garland
Türkçe Adı: Beni Asla Bırakma
Yapım Yılı: 2010, İngiltere
Oynayanlar: Keira Knightley, Carey Mulligan, Andrew Garfield, Izzy Meikle-Small, Charlie Rowe, Ella Purnell, Charlotte Rampling, Sally Hawkins, Kate Bowes Renna, Hannah Sharp, Christina Carrafiell, Oliver Parsons, Luke Byrant, Fidelis Morgan, Damien Thomas, Nathalie Richard

Never Let Me Go, pek çok internet sitesinde dokunaklı bir aşk hikayesi olarak tanıtılıyor. Sanırım herhangi bir filme bu kadar büyük haksızlık yapılamaz. Evet, film içinde oldukça dokunaklı, dramatik ve tutkulu bir aşk hikayesi barındırıyor ancak filmin bütünü içerisinde aşk sadece detaylardan birisi ve emin olun en önemlisi değil. Belki de filmin duygusal olarak verdiği rahatsızlığı en aza indirecek yaklaşım onu bir aşk filmi olarak görmek. Çünkü film gerçekten rahatsız edici.

Konusundan bahsetmeden bir şeyler söylemek zor olduğu için potansiyel seyircileri bu cümlede uyarmak zorundayım çünkü filmin ve konusunun tamamen sizin için sır kalmasını istiyorsanız bundan sonrasını okumamanız gerekiyor (spoiler alert).

Never Let Me Go, zaman zaman gençlik filmlerinde de gördüğümüz tarzda ortodoks eğitim verdiği izlenimi doğuran ve otoriter kadınlar tarafından yönetilen yatılı bir İngiliz okulunda başlıyor. Okul şık ve disiplinli. Birbirine yakın olan 3 çocuk hemen dikkatimizi çekiyor: Kathy (Izzy Meikle-Small), Ruth (Ella Purnell) ve Tommy (Charlie Rowe). Tommy, arkadaşları tarafından pek tercih edilmeyen biraz yalnız bir çocuk olmakla birlikte her iki kızla arası iyi. Kathy ve Tommy arasından arkadaşlık – aşk arasında gidip gelen bir ilişki hissediyoruz ama romantik anlamda Tommy bir anda kendisine Ruth’u seçiyor ve uzun süren aşk ilişkileri başlamış oluyor. Okul temiz, düzenli, çocukların sağlıklarına oldukça özen gösterilen bir yer. Filmin başından bütün bu özenin nedeni standart İngiliz eğitimine bağlıyoruz ama okula yeni gelen ve sadece birkaç gün öğretmenlik / bakıcılık yapacak olan Miss Lucy (Sally Hawkins) hem çocuklara hem de bizlere şok edici gerçeği söylüyor: Burası bir donör okulu! Çocuklar 18 yaşında geldiğinde okuldan ayrılıyorlar ve organ bağışı için sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Diğer bir ifadeyle her çocuk diğer insanlar için neredeyse yedek parça olmak için yetiştirilen insanlar konumunda. Üstelik organ bağışının sınırı yok. Tahminen her bir çocuk en az 3 ameliyat geçirerek organları bağışlıyorlar ve sonra görevleri tamamlanmış oluyor (ölüyorlar). Bu acımasız bilgi bizi o kadar hazırlıksız yakalıyor ki Kathy, Ruth ve Tommy arasındaki ilişkiye artık aynı saflıkla bakmamız mümkün değil.

Çocuklar büyüdüğünde Ruth (Keira Knightley) ve Tommy (Andrew Garfield) arasındaki duygusal ilişkiye cinsellik de eklenir ama içten içe herkes aslında Tommy ile Kathy (Caren Mulligan) arasındaki aşkın hala “gerçek” bir aşk olduğunu biliyordur. Organ bağışçısı olan bu çocuklar arasındaki bir dedikodu birbirine gerçekten aşık çiftlerin söz konusu ameliyatları bir müddet erteleyebileceği yönündedir. Bunu başarabilecekler mi yoksa bu sadece bir şehir efsanesi mi bunu izleyicilerin merakına bırakalım. Daha da önemlisi bu 3 çocuk ölümden kurtulabilecekler mi?

Başkalarının hayatları için kendisini feda eden çocuklar… Bu biraz absurd konu her ne kadar başlarda bize yeterince tuhaf ve abartılı gelse de içimizdeki rahatsızlık hissi filmde anlatılan hikayenin bizden pek de uzakta olmadığını gösteriyor sanki. Sıradan bir fantastik hikayeye bakmıyor gibiyiz. Evet belki görünen anlamda diğer insanlara donör olmak için yetiştirilen çocuklar oldukça garip görünse de kendi hayatımızdan ne kadar farkı var sorusunu sormaya kalktığımızda rahatsızlık biraz daha artıyor. Biz de aynı Ruth, Tommy ve Kathy gibi başkalarının hayatlarını yaşamıyor muyuz zaten? Hangimiz gerçekten, tam anlamıyla özgür olduğunu ve sadece kendi hayatını yaşadığını söyleyebilir. Çevremizde sadece anne babasını mutlu etmek için ya da onlara “Hayır” diyemediği için istemediği hayatları yaşamak zorunda olan çocuklar yok mu? İçinde bulunduğu toplum ona söylediği için inandıklarına inanan, sevdiklerini seven hatta sıfırdan nefret yaratabilen yaratıklar değil miyiz?

Annem ne der? Babam kızar mı? Toplumun değerlerine uygun mu?… gibi sorular sorarken yaşam kayıp gidiyor.

IMDB Sayfası

Melancholia

Yönetmen: Lars von Trier
Senaryo: Lars von Trier
Yapım Yılı: 2011, Danimarka – İsveç.
Oynayanlar: Kirsten Dunst, Charlotte Gainsbourg, Kiefer Sutherland, Alexander Skarsgard, Brady Corbet, Cameron Spurr, Charlotte Rampling, Jesper Christensen, John Hurt, Stellan Skarsgard, Udo Kier, James Cagnard, Deborah Franko, Charlotta Miller, Claire Miller

Dünyamız son günlerini yaşıyorsa ve üstelik siz bunun farkındaysanız ne yapardınız? Arkadaş sohbetlerinin klasik sorularından birisidir bu. Genel olarak cevaplar “her şeyi bırakır eğlenirim” çözümünden “dua etmeye başlardım”a kadar gider. Başımıza böyle bir şey gelene kadar aslında ne olacağını ya da ne yapacağımızı kestirmek çok da mümkün olmasa gerek. Sıradan bir olumsuzluktan bahsetmiyoruz, söz konusu olan tüm dünyanın her şeyiyle yok olmasıdır. Bizim bilmediğimiz bir zaman aralığında ve aniden bir yok oluş belki kabul edilebilir ama yavaş yavaş yaklaşan ve kaçamayacağımız bir sonu yaşamak oldukça zor olacaktır. Genelde Amerikan filmlerinde mutlaka bir süper-kahraman çıkar ve bizi bu sondan kurtarır ama ne gerçek dünyada ne de gerçek sinemada maalesef böyle süper kahramanlar, inanılmaz silahlar ya da son anda doğru hamleyi yapan bilim insanları yok.

Filmin oldukça uzun bir açılış sahnesi var. Fotoğraflarla ya da daha doğrusu fotoğraf tabanlı görüntülerle süslenmiş olan bu bölüm her ne kadar monoton bir hava verse de sahneler o kadar güzel ki, kendinizi kaptırmadan edemiyorsunuz. Açıkcası filmin hemen başındaki bu sahneler bende “of yine mi sıkıcı bir Avrupa filmi” duygusu yaratmadı değil, belki fotoğrafçılıkla ilgiliendiğim için yine de keyif aldım ve sonrası zaten sıradışıydı. Film iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm kızkardeşlerden ilki Justine (Kirsten Dunst) üzerine kurulu. Bu bölümde Justine’nin fiyaskoya dönem düğün töreninde buluyoruz kendimizi. Hareketli kamera çekimleri bize kendimizi misafirlerden birisi gibi hissettiriyor. Justine, evleneceği genç adam Michael (Alexander Skarsgard), Justine’in kızkardeşi Claire (Charlotte Gainsbourg) ve Claire’in düşünceli / nazik eşi John (Kiefer Sutherland) bize hoş bir düğün hazırlıyorlar gibi duruyor ama belli ki bir şeyler yanlış. Çok mutlu olunması ve eğlenilmesi gereken bu gecede tam bir depresyon söz konusu. Yönetmen Lars von Trier’in dehası bence bu havayı vermekte. Çünkü normalde herhangi bir olumsuzluk açık olarak görünmese de yaratılan hava mükemmel derecede depresif. Tabii burada Justine’nin kafasından nelerin geçtiğini ve sıkıntısının nedenini tahmin etmekte zorlanıyoruz; biraz varoluşçu bir açıdan bakacak olursak – belki de bu karara filmin sonunda varacağız – oradaki bütün yaşantıların gerçek anlamdan pek de önemli olmadığını ya da daha açık bir ifadeyle hemen hemen hiçbir şeyin önemli olmadığını bize hissetiren bir hava var filmde. Filmin birinci bölümü garip ve soru işaretleri ile dolu bitiyor.

İkinci bölümde Claire ve oğlunu daha çok görüyoruz. Justine yine onların yanındadır ama artık depresyonu başetme sınırını çoktan geçmiş gibi görünmektedir. Nefis bir görsellik sunan yeni gezegenimiz Melancholia artık Güneş’in arkasından çıkmış ve Ay gibi gökyüzündeki yerini almıştır. Düğünle başlayan filmin bir anda bilimkurguya döndüğünü tam olarak anlamaya çalışırken, Claire, Justine ve John arasındaki diyaloglardan kahramanlarımızın Melancholia‘yı önceden bildiğini ve bu gezegeniz yörüngesinden kurtulup Dünyamıza çarpma şansı olduğunu öğreniyoruz. Çarpıp çarpmayacağını filmin sonunda öğreneceğiz.

“Dünyamız son günlerini yaşıyorsa ve üstelik siz bunun farkındaysanız ne yapardınız?” sorusuna geri dönelim. Melancholia bize bunu düşünmemiz için bir fırsat veriyor. Filmi seyreden herkes farklı düşüncelere dalacaktır kuşkusuz, benim bu soruya cevabım ise kocaman bir “hiç” oldu. Böyle bir bilginin ne kadar korkunç bir ölümlülük bilgisi vereceğini hissetmek garipti. Sinema ya da TV ekranından seyretmeniz bir şeyi değiştirmiyor, Melancholia size yaşamınızın o kadar sınırsız olmadığını haykırıyor sanki. Uzun süredir seyrettiğim en iyi Avrupa filmi.

IMDB Sayfası
Filmin resmi internet sitesi.