Ahmet Ümit – Elveda Güzel Vatanım

2015, Everest Yayınları, 558 s.

Prof. Dr. Doğan Kökdemir
Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara

… Biz de Poe gibi, ızdırabımızla alay etmeyi başardığımızda insan olmaya bir adım daha yaklaşacağız… Şu sokakları dolduran kalabalıkların kaç tanesi, Poe gibi sadece insan olmanın kederini hissedebilir?… sadece hayatın manasından söz ediyorum. Niye yaşıyoruz? Amacımız ne? Varolma meselesi yani, ruhumuzdaki o kadim sızı

Ahmet Ümit’in Elveda Güzel Vatanım romanı ile ilgili olarak belki de en sonra söylemem gerekeni en başta söyleyeyim: Bu roman, şimdiye kadar Ahmet Ümit imzası taşıyan romanlar arasında bir başyapıt. Bu romanı okumam yaklaşık 20 günümü aldı. Bu, benim için çok uzun bir süre. Genel olarak çok hızlı okuyan birisi olarak, belki de ilk defa roman hemen bitmesin ve okurken de bir şeyler kaçırmayayım diye kelimeleri tane tane okumaya gayret ettim. Başkomser Nevzat karakterine alıştığımız, polisiye kurgusunu ve anlatış tarzını severek takip ettiğimiz Ahmet Ümit, Elveda Güzel Vatanım‘da sınırları zorluyor. Tahminen pek çok kitap yorumu sayfasında bu roman, İttihat ve Terakki üzerine yazılmış bir tarihi roman olarak aktarılacaktır. Sanırım ben biraz farklı okudum. İttihat ve Terakki hakkında çok bilgi içerdiği ve yakın tarihimizle ilgili merak uyandırdığını yadsıyacak değilim ama bu roman benim için iki içiçe geçmiş konuyu işliyor: Bunlardan ilgili varoluş sorunu ikincisi ise aşk

Kitabın ana karakteri Şehsuvar Sami Bey ve onun aktardığı diğer kuvvetli karakter Ester arasındaki ilişki, kahramanların kendileriyle ve diğeleriyle yaptıkları hesaplaşma ve sorgulama gerçekten çok iyi kurgulanmış. Bu ilişki Meşrutiyet Döneminde de geçebilirdi, Ortaçağda da ya da uzak bir gelecekte de… tadının çok değişeceğini sanmıyorum. Ancak bunu yazarken şöyle bir haksızlık yapmaktan da çekiniyorum: Elveda Güzel Vatanım, üzerinde iyi çalışılmış, dikkatlice ve özenlice aktarılmış bir tarihi roman özelliği taşıyor. Hatta bu konuda o kadar iyi ki, o dönemi anlatan tarih kitaplarını okumak için sizde derin bir istek uyandırıyor. Bir romanın, daha fazla okuma için teşvik etmesi çok büyük bir başarıdır; okuyucuyu kavradığına işarettir.

Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar uzanan romanın neredeyse mistik bir havası var. Baş anlatıcı Şehsuvar Sami Bey’le zamanlar arası bir ittifak kurup, olan biteni birlikte anlamaya çalışırken, Enver Paşa’dan Mustafa Kemal’e kadar tarihin önemli karakterlerini gözümüzün önünde hala yaşayan insanlar olarak kendi işlerine devam ediyorlar. Sanki onlar tarihte kalmadı da, biz geçici olarak onları ziyaret ettik gibi hissediyoruz. Roman, bu nedenle çok etkileyici.

Tabii şunu da söylemeden geçmemek lazım; her ne kadar “tarihi” bir hikaye anlatılıyor olsa da, bu hikayenin 21. yüzyıl Türkiye’sine benzerliği de şaşırtıcı. Özellikle devlet – iktidar, devlet – halk, iktidar – diğer iktidar ilişkileri açısından bu benzerlikler tartışılmaya, üzerinde konuşulmaya değer.

Okumamak çok büyük bir kayıp olacaktır.

Ahmet Ümit – Beyoğlu’nun En Güzel Abisi

2013, Everest, 412 s.

Polisiye romanları okumak güzeldir ama onlar hakkında bir şeyler yazmanın belirgin bir zorluğu vardır. Henüz kitabı okumaya başlamamış olanlara gerektiğinden fazla bilgi verilirse kuşkusuz kitabın bütün büyüsü kaybolur. Bu nedenle Ahmet Ümit’in Beyoğlu’nun En Güzel Abisi romanının temel olarak öyküsünü değil ama satır aralarında yaşattığı bazı duyguları paylaşmayı daha anlamlı buluyorum.

Sıkı bir polisiye roman okuyucusu değilim ama Ahmet Ümit’in Başkomser Nevzat ve Barbara Nadel’in yarattığı Çetin İkmen karakterlerini takip etmekten çok keyif alıyorum. İsimleri farklı bu iki karakter birbirlerine çok benziyorlar aslında – onlar olmasını istediğimiz insan tipleri. Tempolu, heyecanlı, hareketli romanların adil, yürekli, dürüst, baş kahramanları…

Beyoğlu’nun En Güzel Abisi, konusuyla direkt olarak ilgili değilmiş gibi görünse de aslında bu ülkenin başındaki totaliterlik hastalığına içten içe isyan ediyor gibi. Yazarın işine karışılmaz tabii ki ama özellikle 6-7 Eylül olayları ile kurulan bağ, sanki daha kuvvetli cümlelerle ifade edilecekmiş de yazar son anda vaz geçmiş gibi görünüyor. Gerçi o olaylarla ilgili sadece ufak hatırlatmalar bile aklı ve kalbi yerinde her insanda hüzün yaratacaktır kuşkusuz. Polisiye olayların arasında koca bir kenti nasıl yağmaladığımızı (evet yağmaladığımızı) hatırlatıyor bize. Sanırım daha da çok hatırlamamız gerekiyor; sadece tarihle yüzleşme açısından değil, hem bir daha tekrarlanmasın diye hem de elimizde kentlere ve kalan insanlara sahip çıkmamız için yeniden ve yeniden hatırlamalıyız. Cinayetin nasıl çözüleceğini merak eden bir okur olarak bu sefer geçmiş ve gelecek konusunda daha çok takıldım… en azından romanın içinde hayali bir adalet de beklemedim değil.

Ahmet Ümit’in kitaplarını seviyorum. Beyoğlu’nun En Güzel Abisi‘ni de sevdim. Diğer kitaplar gibi bu da bir solukta bitti. Polisiye romanlar, cinayetler çözülmedikçe güzel, her seferinde kitabın sonunda kimin ne yaptığı ortaya çıktığında ben kişisel olarak bundan hoşlanmıyorum; yine hoşlanmadım. Hakikaten şart mıdır kitabın sonunda katilin kim olduğunun bilinmesi? Romanlarda bireysel cinayetlerin faillerini bulunca yaşadığımız rahatlama acaba gerçek hayatta işlenen suçlar karşısında gözlerimizi kapatıyor olmamızı affettirir mi?

Ahmet Ümit – Aşk Köpekliktir

2004, Everest Yayınları, 325 s. (Cep Baskı)

Son öyküdeki küçük polisiye ayrıntıyı görmezden gelirsek Ahmet Ümit’in farklı bir dünyaya bakışını Aşk Köpekliktir isimli öykü kitabında bulabiliyoruz. Toplam dokuz öykünün yer aldığı kitap mutlu aşk öyküleri arayanların uzak durması gereken bir havaya sahip; aşkın tutkusu içerisinde çırpınan kahramanların güzel sahneler yaşadığını ya da herkesi derin bir oh çektirecek sona ulaştıklarını söylemek mümkün değil. Bütün öyküler sizin içinizi sızlatmak için narince dokunmuş gibi. Belki de doğrusu budur, belki de mutluluk olduğunda zaten aşk olmuyordur.

Aşkı olan, arı namusu neyler. – Yunus Emre

Öykülere başlamadan önce Önsöz Yerine ya da Aşk Rüzgarın Söylediği Bir Şarkıdır isimli kısa bölüm karşılıyor bizi. Başlangıç için nefis bir önsöz. Züppe çicekler yerine yapraklara aşık olan ve her insan gibi sonunda ölüp giden rüzgarın hüzünlü hikayesini anlatıyor bize. Belki de insanları içeren bir olay örgüsü olmadığı için cümleler, ifadeler, duygular çok yoğun. Bu kısa bölümü en az öyküler kadar belki onlardan daha da fazla cümle kuracak zihninizde.

Aşk Bir Mucizedir isimli ilk öykü hiç beklemediğiniz ve hatta yazara da kızma potansiyelinizin yüksek olacağı bir absürd tona sahip. Bir erkeğin gözünden aşkı anlamaya çalışırken tutkuları, takıntıları ve doğal olarak da kaçınılmaz aptallığı yaşıyoruz. Rüzgarın aşkını takip eden ilk öykü olduğu için beklentimiz de daha romantik oluyor ister istemez. Yazar belki de bizi önce bir sarsmak istemiş belli ki.

Takip eden öyküler aşkın diğer hallerini anlatıyor bize. Yolculuğumuz mucize ile başlamıştı, sonra sırasıyla kafi delil olma durumu, problem, cinayet, düello, yanılsama, özenti, ve ütopya ile devam ediyor. Son öykü ise hepsini aynı potada eriten bir isme sahip: Aşk Köpekliktir. Her bir öykünün içerisinde mutlaka hüzün var ama son öykü Aşk Köpekliktir bütün duyguların yoğunlaştığı ve çaresizlik hissinin hakim olduğu bir öykü. Bütün diğer öyküler erkek gözünden anlatılırken, son öykünün anlatıcısı bir kadın. O, yaşadığı aşkı ve içinde bulunduğu çaresizliği dile getirirken cinsiyet ayrımı ortadan kalkıyor doğal olarak ama yine de en azından bu öykü için anlatıcının kadın kimliğinde olması hem cesurca olmuş hem de öyküyü daha ilginç kılıyor.

Aşk öyküleri genelde sıradandır. Belki de edebiyat tarihi boyunca en çok ele alınan konulardan birisi olması ve insanların kendi yaşamlarında da çok ilginç ve hüzünlü deneyimlere tanık olmaları bu tür öyküleri zor kılar. Okuyucuyu şaşırtmak da zordur, söylenmeyen bir şey söylemek de. Bu yüzden okurken öykülere hiç sıradaşı bir şeyler bulacakmışım gibi yanaşmadım. Tam tersine olduğu gibi ve hatta belki olduğundan da daha basitmiş gibi okumayı tercih ettim. Karakterlerin canlılığı ve olabilirliği o kadar gerçekti ki sözünü ettiğim basitlik okumadan çıkıp dinlemeye dönüştü. Tabii insan bu tür öykülerde kendi hayatıyla da çok paralellikler kurma eğiliminde oluyor ve söz konusu olan aşk öyküleriyse bu tehlikeli bir durum. Karakterlerin canlılığı bu tehlikeden uzaklaştırmayı başarıyor. Anlatılanlar başkalarına ait, evet belki bizim hayatımıza da benziyor ama başkalarına ait olduğunu bilmek yine de rahatlatıcı. Son cümleyi de okuyup kitabı kapattığınızda kendinizi rahatça o tatlı hüzün canavarının kollarına bırakabilirsiniz. Aşk Bir Hüzündür.

Ahmet Ümit – Sultanı Öldürmek

2012, Everest Yayınları, 517 s.

Şahane bir aşk çoğu zaman harcanmış bir hayat demektir.

Bu sefer de kural değişmedi Ahmet Ümit’in 500 sayfalık kitabı tam 48 saat geçmeden bitti. Her zamanki yüksek temposu ile hem okuyucu merakta bırakan hem de yeni bilgilerle zihnine saldıran Ahmet Ümit, Sultanı Öldürmek kitabında eski bir aşk hikayesi ile II. Mehmed’in sırlarla dolu dünyasını büyük bir ustalıkla birleştiyor. Bu sefer Başkomiser Nevzat yardımcı erkek oyuncu rolünde karşımıza çıkıyor.

Yaşlı bir tarih profesörü olan Müştak Bey ve onun karşısına, kendisine kuru bir mektup bırakarak onu terk ettikten tam 21 yıl sonra karşısına çıkan başka bir tarih profesörü Nüzhet Hanım ve onların Fatih Sultan Mehmed ile ilgili düşünceleri… 21 yıl aradan sonra hala bekliyor olduğu büyük aşkı Nüzhet Hanım’a nasıl yaklaşması gerektiğinden emin olamayan Müştak Bey kendisini içinde cinayetin de olduğu garip olayların içerisine buluverir bir anda. Bir yanda neredeyse çeyrek yüzyıllık aşkı için hissetikleri bir yanda da yavaş yavaş içine çekildiğini hissettiği bir tuzak vardır.

Ahmet Ümit, karakterlerini canlı hale getirmeyi çok iyi bilen bir yazar. Romandaki bütün karakterler bir anda odanızın içine doluveriyorlar. Özellikle kadın karakterleri ele alışındaki başarıyı vurgulamamız gerekiyor. Nüzhet Hanım, kişiliği, düşünceleri, söyledikleri ve hatta söyleyemedikleri o kadar gerçekçi anlatılmış ki, romanın bu baş kadın karakterinin cümlelerini kendisinin yazdığını düşünebilirsiniz. Yılgın, yorgun ve bıkkın Müştak Bey için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bu adamı hem seviyorsunuz hem de siz de kızgınlık yaratıyor. Belki diğer romanlarına da ileride konuk olabilecek canlılıkta bir karakter.

Kitabın en önemli özelliği tarihsel bilgiler ve kafalarda yarattığı sorular. Öncelikle şunu söylememiz gerekir ki, kitabı okurken kaynakları bulmak ve ilk elden siz de okumak isteyeceksiniz. Hikayenin yarattığı merak duygusu bence romanın en kuvvetli yanı. Özellikle tarihten hoşlanan okurlar bayılacaktır romana ve kendilerini yeni tarih kitapları okurken bulacaklardır.

Romanla ilgili tek eleştirim arka kapak yazısı olacak. Okumayı bitirdiğinizde bu eleştirinin nedeni daha iyi anlayacaksınız. Çok daha iyi bir yazı, çok daha iyi bir ayrıntı ve kesinlikle bilmeceden uzak bir detay aktarılmalıydı. Kitabın zenginleşmesi açısından bazı haritaların, resimlerin ya da çizimlerin eklenmesi de harika olurdu diye düşünmeden edemedim.

Keyifle okuyacağınız bir tarihi – polisiye roman.

Ahmet Ümit – İstanbul Hatırası

2010, Everest Yayınları, 565 s.

… Şehre bakıyorduk denizden… Sisler içindeydi İstanbul… Sisler içinde deniz… Sisler içinde teknemiz. Sultanahmet’in minareleriydi görülen, Ayasofya’nın kubbesi, Topkapı Sarayı’nın kuleleri. Hiç yağmalanmamış, yıkılmamış, kirletilmemiş gibiydi şehir. Bembeyaz bir sisle örtmüştü doğa, ne varsa görüntüyü çirkinleştiren. Güneş doğmadan bir anlığına beliren bir hayal gibi… Büyülü bir bulut gibi… Bir masal imgesi gibi… Yeni kurulmuş bir kent gibi… Yeni bir başlangıç gibi…. Genç, umutlu, güzel…

Türk edebiyatında, polisiye roman denildiğinde akla gelen ilk isim Ahmet Ümit‘in yeni kitabı İstanbul Hatırası, bitirmek istemeyeceğiniz hüzünlü bir roman. Başkomiser Nevzat ve en az onun kadar renkli ekip elemanları Ali ve Zeynep’in İstanbul’da arka arkaya işlenen cinayetlerin arkasındaki sis perdesini aralamak için giriştikleri çaba, harika bir tarih dersi eşliğinde kalem alınmış. Daha önceki romanlarında da olduğu gibi yine titiz bir çalışmanın izleri görünüyor. Roman, sadece keyifli ve heyecanlı bir polisiye öykü olmaktan ziyade tarih, kültür, dil ve hatta din konusunda da unutulmuş gerçekleri yeninde gözler önüne seriyor.

Romanı okurken bir yandan katlettiğimiz tarihle yüzleşirken bir yandan da ne kadar az şey biliyormuşuz duygusunu yaşamanız mümkün. Tarih kitaplarında artık sadece izi kalmış gibi görünen Kral Byzas, II. Teodosius, Jüstinyen gibi Hükümdarlardan, Kanuni Sultan Süleyman ve Fatih Sultan Mehmed’e kadar İstanbul’a yeni halini vermiş Sultanlara kadar onlarca isim İstanbul Hatırasından yeninde hayat buluyorlar. Günümüzde işlenen cinayetlerin onlarla nasıl bir ilişkisi olduğunu anlamak için kuşkusuz kitabı okumanız gerekiyor.

Ahmet Ümit, okuyucuyu sürekli yüksek bir tempoda tutma konusunda gerçekten çok yetenekli. Ara vermeyi düşüneceğiniz ya da dinleneceğiniz bir bölüm yok. Her bölüm bir sonrakini okumunız için sürekli kışkırtıyor. Diğer bir beceri de cinayetlerin şiddetli bir şekilde öyküleştirildiği bu romanda sevgi, sadakat, aşk, arkadaşlık gibi konular da aynı derinlikte inceleniyor. Son cümleyi de okuyup kitabı sonlandırdığınızda sizi esir alacak ilk duygu kuvvetli bir hüzün oluyor. Belki de bu yüzden Ahmet Ümit’in romanlarındaki kahramanlar hep çok canlı. Çevremizde olmasını istediğimiz, renkli ama bir o kadar da doğal kişiler. Okuyucunun sonda yaşadığı hüznün bir nedeni de belki onlardan ayrılmak.

Ahmet Ümit‘in kahramanları ve kahramanları ele alışı, yine İstanbul konulu polisiye romanlar yazan Barbara Nadel‘i andırmıyor değil. Nadel‘in de karakterleri (örn., Müfettiş Çetin İkmen) sıradışı özellikleri olmayan “iyi” insanlardan oluşuyor. Tabii ki her iki yazarında arasında çok büyük farklılıklar ve her ikisi de çok başarılı ancak sanırım ben Ahmet Ümit’in temposunu ve kurgusunu daha çok beğeniyorum. İstanbul Hatırası şu ana kadar okuduğum en iyi polisiye roman.