Çocukluğum Öldü: Münir Özkul’un Ardından

Tarihi tam olarak hatırlayamıyorum ama henüz lisede olduğuma göre 1983 – 1986 yılları arası olmalı… Ankara’nın o çok güzel, eski, kırmızı, güzel sonbaharlarından birinde, tek başıma Kızılay’da, Yüksel Caddesinin hemen girişinde bir büfeden aldığım tostu yemekle meşgulüm. Oradan Tunalı Hilmi caddesine geçeceğim, arkadaşlarımla buluşup, yine tahminen bir rock konserine gideceğiz. Kurt gibi acıkmış bir şekilde, oturduğum bankın üzerinde, tostu bitirmeye çalışırken, yanımda beliren iki gölge ve tanıdık bir ses yeniden hayata dönmemi sağladı:

– “Günaydın” dedi ses. “Yanınız boşsa biz de oturabilir miyiz?

Kafamı kaldırdığımda, bir an boş bulunup “Mahmut Hoca!” diye bağırmak geldi içimden. Sadece sinemada ve televizyon ekranında gördüğüm Münir Özkul, Ankara’da yanı başımda duruyor ve üstelik benimle konuşuyordu. Sanırım “tabii tabii” diye panikle geveledim, oturuşuma çeki düzen verdim, Münir Özkul ve yanındaki şık kadın kibarca, beni rahatsız etmemeye dikkat ederek oturdular. Aslında ben onları rahatsız ediyorumdur diye çekindiğim için bir an kalkmayı bile düşündüm ama sonra çok ayıp olur diye yerimden kımıldayamadım. Münir Özkul, birlikte geldikleri genç kadına ne yemek istediğini sordu ve sakince kalkıp büfeye doğru yürüdü. Sonrası tipik bir Ankara şaşkınlığıydı… Büfede çalışan iki genç adam, kendilerine doğru gelen Münir Özkul‘u görünce panik oldular. Kasada duran ve daha “patron” gibi görüneni, bir an için gözden kayboldu ve tekrar kasanın arkasında göründüğünde, üzerine aldığı ceketi ve hızlıca bağlamaya çalıştığı kravatı düzeltiyordu. “Mahmut Hoca” büfenin önüne geldiğinde, bizim “patron” çoktan ceketinin önünü iliklemişti bile.

– “Buyur Münir abi” dedi inanılmaz bir mutlulukla.
– “Günaydın, kolay gelsin” diye selamladı Münir Özkul da onu. “Zahmet olmayacaksa 2 tost ve 2 portakal suyu” diye siparişini verdi.
– “Ne zahmeti Münir abi, emrin olur” diye yanıtladı “patron”.

Sonrasını tahmin edersiniz herhalde. Büfeci, para almak istemedi, Münir Özkul ısrar etti. Karşılıklı ısrar artınca ve Münir Özkul, o zaman tostu alamayacağını söylediğinde, “patron” çok üzülünce, hiç değilse portakal suyunun ikram olmasına razı olarak kasanın önünde ayrıldı ve benim yanıma tekrar oturdu.

Münir Özkul bu hayatta benim yanıma oturmuş en önemli insandır.

Sadece bir tiyatrocu, sinemacı, yönetmen, sanat insanı olarak değil örnek bir insan olarak da benim yanıma oturmuş en önemli insandır. Bizim kuşağımız Münir Özkul‘lardan yeniden gelmeyeceğini çok iyi biliyor. O kuşak, o değerler, o ahlâk anlayışı çoktan kaybettiklerimiz arasında. Her bir Münir Özkul öldüğünde, o değerlerden birisi daha ölüyor.

Siz hiç Hababam Sınıfı’nda, onlarca karakter arasında günümüzde gördüğümüz ahlâksızlardan birisine benzeyenini gördünüz mü? Göremezsiniz. Çünkü bizim çocukluğumuzda insanların bu kadar ahlâksız olabileceği kimsenin aklına gelmezdi. Bizim çocukluğumuzda, kadınlar da, erkekler de, çocuklar da değerliydi. Herkes değerliydi.

Bu yüzden Münir Özkul‘la birlikte çocukluğumuz da öldü.

— * —

Recep İvedik ve İnsanlaştırma

Prof. Dr. Doğan Kökdemir
Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara – Türkiye

eposta: dogan@kokdemir.info

Derin analizlere girmeden önce sanırım şunu belirtmekte fayda var: Recep İvedik, ilk filminden sonuncusuna kadar ciddi bir gişe başarısı göstermiş, bütün eleştirilere rağmen seri olarak varlığını devam ettirmiş bir üründür. Bu nedenle ne filmi, ne yönetmeni, ne oynayanları eleştirmenin ya da kötülemenin herhangi bir anlamı olmadığını düşünenlerdenim. Hatta bu kadar “kötü” bir film, bu kadar büyük bir ticari başarı kazanmışsa, samimiyetle tebrik edilmelidir.Recep Ivedik

Recep İvedik filminin bu kadar beğenilmesinin nedeni, son olarak yaşanabilir gibi görünen 7 gezegenin bulunmasıyla zirveye ulaşan bilimsel gelişmelerdir. Mutlaka bir şeye kızacaksak ya da daha açık bir ifadeyle kim gidiyor bu filmlere sorusuna yanıt arayacaksak son 50 yılın bilimsel gelişme hızını dikkate almamız gerekmektedir.

Sıradan, normal, ortalama eğitime sahip bir insanın artık dünyayı ve dünyadaki gelişmeleri takip etme şansı kalmadı. Her şey, zaman da buna dahil, daha hızlı akıyor ve değişiyor. Bu korkunç değişime ve hıza ayak uydurmak her geçen gün daha zor oluyor. Belki eskiden sadece 4 mevsimin hangi ayları kapsadığını bilmek yeterliydi ama zaten ilk şokumuz da bununla ilgili olmadı mı? Yılbaşı gecesi Avustralya ve Yeni Zelanda’nın yeni yıla nasıl girdiğini gösteren TRT bizi şoka uğratmamış mıydı? Bizim soğuktan dişlerimiz birbirine vururken aynı anda başkalarının plajlarda olmasına şaşırmadık mı? Dünya’nın sadece büyük değil aynı zamanda farklı olduğunu ilk öğrendiğimizde, bunun arkasının geleceğini de tahmin etmeliydik.

Artık sadece dünya büyük ve farklı değil, insanlar da farklı. Birbirimizden uzaklaşıyoruz ve artık dünyalarımız ayrılıyor. Sadece bilim değil sanat da aklımızın sınırlarını zorlamaya başladı, takip edil(e)mez bir hâl aldı. Bununla başetmenin tek yolu var, mümkün olan her şeyi insanlaştırmak. Recep İvedik bir insanlaştırma projesidir. Bu insanlaştırma sayesinde onu izleyenler tekrar gerçeğe (tabii ki onun gerçekliğine) dokunabiliyorlar. Aktarılan her şey normal hızda, anlaşılır ve anlamlı. Sınırlarımızı zorlayacak hemen hemen hiçbir şey yok. Üzerine çok düşünmek, yorulmak, anlamaya çalışmak, anlamayınca hayal kırıklığı ve çaresizlik yaşamak yok; basit, yalın sahneler arka arkaya bize sunulduğunda artık tekrar eski rahatlığımıza kavuşuyoruz. Yüzlerce ışık yılının ne demek olduğunu anlamak zorunda değiliz, o insana ait değil ki… Bizim ulaşamayacağımız bir gerçek nasıl insana ait olabilir ki zaten?

Evrenin, güneşin, dünyanın, ayın, bitkilerin ve diğer hayvanların insanlar için varolduğunu düşünmek çok büyük bir kibirdir. Bazen – çok sık olmasa da – bu kibrimizden uzaklaştığımızda varoluş sancısı ile başbaşa kalıyoruz. Kim olduğumuz, daha doğrusu ne olduğumuz sorusu zihnimizin görünmez duvarlarına çarpa çarpa yıpratıyor bizi. Bu kaygıdan, korkudan, dehşetten kurtulmanın yolu yaşadığımız dünyayı mümkün olduğunca yoğun bir şekilde insanlaştırmaktır. İnsanlaştırma bir kaçış felsefesidir. Her şeyden yorulduğumuzda, varoluşumuzun anlamını sorgulamaya başladığımızda, tam da gereken yerde ve zamanda Recep İvedik, bize tam da burada, şimdi ve burada, yardıma koşar. O, insanlaştırma felsefesinin, süper kahramanıdır. O her şeyi yeniden insan dünyasına çeker. Bu nedenle seyredilir, seyredilecektir. Kuantum fiziği insana ait değildir; Recep İvedik’in gaz çıkarması ise insansı gerçekliğin ta kendisidir… ve her şeye rağmen bizi mutlu kılar.

Vicky Cristina Barcelona

Yönetmen: Woody Allen
Senaryo: Woody Allen
Yapım Yılı: 2008, İspanya – ABD
Oyuncular: Rebecca Hall, Scarlett Johansson, Javier Bardem, Penelope Cruz, Christopher Even Welch (anlatıcı), Chris Messina, Patricia Clarkson, Kevin Dunn, Julio Perillan, Juan Queseda, Richard Salom, Manel Barcelo, Josep Maria Domenech, Emilio de Benito, Maurice Sonnerberg.

Amerika’lı iki arkadaşın, Vicky (Rebecca Hall) ve Cristina (Scarlett Johansson)’nın, Barselona tatilinin anlatıldığı film sıcak, romantik, neşeli bir aşk hikayesi şekline bürünüyor. Bu ikilinin tanıştığı ve etkilendiği Juan Antonio Gonzalo (Javier Bardem) hayatın anlamını keşfettiğine dair inancı olan bohem bir ressam. İlk tanışmaları da belki bu bohemliğin verdiği rahatlıkla gerçekleşiyor. Juan Antonio her iki genç kadından da etkileniyor ve bunu da saklamıyor; ancak eski eşi Maria Elena (Penelope Cruz) ortaya çıkınca işler biraz sarpa sarıyor…

Vicky ile Cristina birbirlerine – en azından başlarda – pek benzemiyorlar. Vicky ne kadar kuralcı ve emniyetçiyse, Cristina da o kadar serbest ve delidolu. Ancak bu delidoluluk Cristina’nın önemli bir açmazı da aynı zamanda; hayatın ve aşkın anlamını arayan ve bulmamak için de özel gayret gösteren bir genç kadını izliyoruz. Anlamı bulamamak onun için bir sorundan ziyade, yeni denemeler, yeni hayatlar ve yeni aşklar için bir başlangıç noktası. Kuralcı Vicky ise nişanlılıktan evliliğe doğru kararlı adımlarla giderken aslında isteğinin bu olmadığını da gayet iyi biliyor. Film, bu çaresizlikler anlatma açısından oldukça başarılı; Javier Bardem ve Penelope Cruz her zamanki gibi üstün performansları ile dikkati çekiyor. Benim eksik bulduğum yerlerden birisi Maria Elena’nın hikayesine yeterince yer verilmemesiydi. Bu renkli ve tuhaf kadını biraz daha irdelemek sanki iyi olurmuş diye düşündüm; ikinci ama ilki kadar önemli olmayan eksiklik ise filme adını veren Barselona’nın güzelliklerinin çok kısıtlı olmasıydı. Gerçi olduğu kadarı bile sizi büyülemeye yetiyor ama belki daha farklı mekan çekimleri de filmde olabilirmiş. Arşivinizde bulunması gereken bir film.