Kadın Genel Başkan

Prof. Dr. Doğan Kökdemir
Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara

Athena ile Poseidon arasındaki çekişmede Atina halkı 1 oy farkla Athena’nın yanında yer aldığında, Poseidon Atina’yı sular altında bırakınca, halk öfkesinin doğal olarak Poseidon’a değil o 1 oy farkı yaratan kadına yöneltmişti. Bir sonraki adımda kadınların oy vermesinin pek de “iyi bir şey” olmadığına hükmetmişlerdi. İşte o zamandan bu yana kadınların siyaset sahnesinde yer alması evrimin en yavaş halkası oldu. Homo Erectus’tan Homo Sapiens’e geçişimiz bile daha kolay gerçekleşmiş gibi görünüyor.

Lydia Chapin Tatf, kasaba toplantılarında yasal olarak oy kullanabilmiş ilk kadın. Bu olayın gerçekleşme tarihi ise 1756. Yani 18. yüzyılın ortalarına kadar kadınların siyasi karar alma mekanizmalarının içinde yer alması mümkün olmamış. Tabii ki dünya tarihinde, daha önceki dönemlerde, ülke yönetimi söz konusu olduğunda gücünü hissettiren kadınlar oldu ancak sıradan bir vatandaş olarak bir kadın oy kullanması için yüzlerce yıl beklemek zorunda kaldık. Türkiye’de ise 5 Aralık 1934 tarihinde Anayasa ve Seçim Kanununda yapılan değişikliklerle kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakları güvenceye alınmış oldu. 8 Şubat 1935 yılında yapılan milletvekiliiği seçimleri ile de ilk defa 17 kadın ve bundan bir sene sonra da ara seçimde 1 kadın daha 5. dönem milletvekili olarak TBMM’de göreve başladılar. Her ne kadar bu tarihler “çok yeni” olsa da, Avrupa’daki çoğu ülkeden daha önce kazanılmış (ya da verilmiş) bir hak olması açısından önemlidir.

Siyasi tarihimiz boyunda hemen hemen bütün seçimlerden sonra beklediği başarıyı yakalayamayan siyasi partilerde yönetim değişikliği arayışı olmuştur. Bu, sadece doğal bir süreç değil demokrasi açısından da gerekliliktir. Ancak 1-2 istisnayı saymazsak, bu arayışlarda kadınların isminin “Genel Başkan Adayı” ya da “Partinin Lideri” olarak ortaya çıktığını pek göremeyiz. Her dönem birbirine benzeyen ve söylemleri ne olursa olsun aslında benzer dünya görüşlerini savunan erkek adayların, yüksek perdeden sesleri ve biraz abartılmış özgüvenli görüntüleri ile sahneye çıkmaya hazır olduğunu görürüz. Kuşkusuz hepsi değerli ve kendi bilgilerine, becerilerine ve donanımlarına güvenen, ülkenin ve dünyanın iyiliği için samimi planları, önerileri olan insanlardır. Ancak acaba dünyadaki gerçek sorun(lar)ın ne olduğu konusunda dikkatli analiz yaparlarken, çözüm konusunda o kadar cesaretli olmayabilirler mi?

Bugün belki şimdilik sadece Ortadoğu’da daha şiddetli görünen ama aslında dünyanın tamamına ait olan demokrasi dışı uygulamalar diğer sorunların önündedir ve insanlık tarihi boyunca bütün totaliter yönetimlerin ilk hedefi kadınlar olmuştur. Gerek tek Tanrılı dinlerin etkisi gerekse yönetimde olan erkeklerin bitmez tükenmez hırsları, kadınları hiç değilse ikinci plana atmayı başarmıştır. Tabii ki totaliter rejimlerin asıl derdi kadınlar değildir; özgürlüktür. Dini tabanlı da olsa ırkçı temellere dayansa da bütün bu yönetimler kendilerinden farklı düşünen insanların seslerini kısmak isterken işe en kolayından ve en merkezinden, kadından, başlarlar. Geleneklerin ve inançların da yardımıyla önce kılık kıyafete, sonra toplum içindeki davranışlara ve nihayetinde de sözde kutsal olan aile içi ilişkilere kadar siyasetin (ve idarenin) girdiğini görürsünüz. Günümüzde sadece Türkiye’de değil, Türkiye’yi saran kuşağın büyük bir bölümünde çılgın bir muhafazakarlaşma eğilimi var. Bu eğilimin hedefindeki ilk “düşman” özgür, düşünen, kendi hayatıyla ilgili kendisi karar verebilen, sessiz kalmayan kadınlar. Hangi dini temel alırsa alsın dünyanın her yerinde tutucu akımların ilk hedefi hep kadınlar olur. Önce kıyafetlerine karışılır, sonra ne zaman nereye gideceğine, kaç çocuk doğurması gerektiğine, ne zaman konuşacağına, ne zaman susacağına ve sonunda da ne kadar yaşayacağına karışılır. Muhafazakar erkeklerin en büyük korkusu karşılarına çıkaca özgür kadınlardır. Çünkü bir muhafazakarın ve onun hükümdarının kendisini dinlemeyen, itaat etmeyen, kendi başına karar alan bir kadına tahammülü de yoktur açıkcası onun başedecek donanıma da sahip değildir. Bu nedenle muhafazakar iktidarların asıl hedefi kadınları mümkün olduğunca eğitimin, bilimin, sanatın, özgür düşüncenin dışına itmektir. Cahil olmaya zorlanmış bir kadın bu yöneticiler için harika bir kaynaktır. Kendisi gibi düşünen ve istisnalar hariç hiç itiraz etmeyecek kuşakların yetiştirilmesi için bu kadınlara ihtiyacı vardır. Özgür kadınlar ise şimdi değilse yarın, yarın değilse bir sonraki günü onu tahtından indirmeyi başarabilirler.

Totaliter yönetimlerle / anlayışla mücadele ettiğini söyleyen herhangi bir siyasi partinin belki de aşağıdaki maddeleri dikkate almasında fayda olabilir:

Madem ki siyasetin dili genelde erkek bir dildir; o zaman bırakın sizin siyasi lideriniz bir kadın olsun. Bazı partilerin durumu kurtarmak için uyguladığı eş başkanlıktan bahsedilmiyor burada aksine tek bir siyasi liderden ve bir kadın siyasi liderden bahsediliyor. Daha da cesursanız sadece lideri değil bütün bir yönetimi kadınların oluşturmasına olanak sağlamalısınızdır aslında. Yoksa sadece vitrindeki, edilgen bir kadından bahsetmiyoruz. Gerçek anlamda kadınların yönetmesinden bahsediyoruz. Özellikle demokrasiyi savunan ve hiç değilse söylemde eşitlikçi olan partilerin yürütme organları, kadınların erkeklerden daha “az yetenekli” olduğunu düşünmüyordur herhalde? Her ülkede olduğu gibi Türkiye’ye de sadece kendi mensubu olduğu siyasal partiyi değil yaşadığı ülkeyi ve dünyayı da ileriye götürebilecek potansiyele sahip olan binlerce kadın vardır. Yok, eğer tersinin düşünüyorsanız o zaman kadınları kendi siyasi hareketinizin için zaten hiç almamanız gerekir.

Madem ki bireylerin özgür yaşamını tehdit eden baskıcı ve totaliter rejimlerin sindirmeye çalıştığı ilk grup hep kadınlar oluyor o zaman, örneğin, bırakın bütün belediye başkan adayları kadın olsun. Bu sayede söz konusu siyasi parti bir önceki seçimlerde elde ettiğinden daha yüksek bir oy alır mı? Tahminen hayır. Ancak amaç kaç oy alındığı değildir zaten; amaç hem totaliter zihniyete hem de olan biteni izleyen apolitik insanlara aslında neler olduğunu hatırlatmaktır. Zihinsel olarak kişilerin kendisine çeki düzen vermesine olanak sağlamaktır.

Hangi ideolojiden gelirse gelsin her totaliter rejimin ve onun başındaki yöneticinin korkusu kadınlardır. Nüfusun her zaman %50’sini oluşturan, çocuk eğitimi gibi herhangi bir toplumun geleceğine yön veren sistemi çoğunlukla tek başına elinde bulunduran, eğitimli ve bilgili kadınların elinde hele bir de yönetme gücü olursa, işte o zaman özgürlükleri kısıtlamak hiç de kolay olmaz. Bir toplumun yarısını evde yaşamaya mahkum etmeye kalkarsanız ve bunu başarırsanız o toplumun bir daha kendine gelmesi mümkün olmayacaktır.

Bu ülkenin kurucu ideolojisi özünde devrimcidir. Gerektiğinde statükoyu değiştirme konusunda tereddüt edilmemesi temel düşüncedir. Erkek egemen siyasi iktidar ise şu andaki en ciddi ve güçlü statükodur. Genel seçimlerden sonra hangi siyasi partiler kendilerine “çeki düzen verme” cesaretini gösterecek belli değil, hepsinin bu cesarete sahip olmadığı da çok açık. Ancak eğer olur da bu siyasi partilerdeki insanlar gerçekten bir yenilenmenin, tazelenmenin, olan biteni yeniden ve ayrıntılı düşünmenin önemine inanırlarsa belki geleceğe daha güvenle bakabiliriz. Kadınların siyasetin içerisinde sadece görünmesi değil güçlü olarak varolması söz konusu olduğunda bu bizim geleceğimiz için çok önemli bir adım olacaktır. Burada herhangi bir siyasi ideolojinin ya da siyasi partinin hangi seçimde ne oy aldığı ya da bundan sonra oyunu ne kadar değiştirebileceği gerçekten o kadar da önemli değildir. Oy için mücade edilmez, oy için kavgaya girilmez, oy için asla savaşılmaz ama özgürlükler için bunların hepsi yapılır, yapılmalıdır.

O zaman, bırakın bütün yönetime talip siyasi adaylar kadın olsun.

Henüz evin dışındayken üzerine düşünmekte fayda var…

Son Güncelleme: 11 Kasım 2015

Sosyal Haklar ve Karşılaştırılamazlık Prensibi

“İffet çok önemli. Sadece bir isim değil Kadın için de bir süstür, iffet. Erkek için de bir süstür. İffetli olacak. Erkek de olacak. Zampara olmayacak. Eşine bağlı olacak. Kadın ise o da iffetli olacak. Mahrem- namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak. Bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak, iffetini koruyacaksın”

Bülent Arınç (29 Temmuz 2014, Hürriyet)

Dünya büyük ve garip bir yer. En doğudan en batıya ya da en kuzeyden en güneye doğru yol aldığınızda sadece daha önce görmediğiniz yerlerle değil aynı zamanda bu yerlerde yaşayan ve alışkanlıkları, inançları, dünya görüşleri, dilleri, dinleri, renkleri, soluk alma hızları birbirinden farklı insanlarla karşılaşırsınız. Her bir topluluk, her bir küçük grup kendi sürdürdüğü yaşamı tek olmasa bile mutlak doğru olarak kabul etme eğilimindedir. Çok büyük olan bu dünyada ve eğer birazcık bilgisi varsa sınırlarının kestirilemediği evrende, kendisi ve çevresi ile ilgili anlam arayışında olan insan için kendi bildiğinin mutlak doğru olmasının hayati önemi vardır. Ancak bu sayede varoluşsal yalnızlığını hafifletme şansını bulabilir.

Kadınları çekici bulan bir erkekse eğer, diğer erkekleri çekici bulan bir eşcinselleri, örneğin, anlamakta zorluk çekecektir. Ancak herkesin heteroseksüel olduğu bir dünyada kendisini huzurlu ve güvenli hissedecektir. Herhangi bir dine inanıyorsa, diğerlerinin neden farklı dinlere inandıkları üzerinde düşünmek bile istemeyecektir. Tahminen “yanlış anne babanın” çocukları oldukları için en fazla onlar adına üzülebilir. Çünkü ona, küçüklüğünden itibaren sadece kendi dininden olanların (hatta aynı dinde ve aynı mezhepte olanların) ödüllendirileceği şu veya bu şekilde, açık ya da örtük olarak anlatılmıştır. Herhangi bir dini inancı olmayanları ise zaten hiç anlamayacaktır. “Allah onları ıslah etsin” demekten başka çaresi yoktur.

Ailesinin ve toplumun ona aktardığı bütün kurallar doğrudur. Belki bazıları zamanla, günün şartlarına göre esneyebilir ama öz hep aynı kalmalıdır. Erkekse, kendisine biçilen önemli roller vardır ve bu roller tabiatın (Yaratıcının) kanunudur; değişmez, değişmesi teklif dahi edilemez. Kadınsa, benzer olarak ona aktarılan ödevlerin eksiksiz bir şekilde yerine getirilmesi toplumun huzuru ve refahı için birinci şarttır. Bunlar mutlak doğrulardır, kutsal kitap(lar)da ve binlerce yıllık gelenek ve göreneklerimizde yeri vardır. Herhalde yanlış olsalardı bunca yıl devam etmezlerdi değil mi?

Bunca doğru varken, gazete haberinde aktarılan ve “kadınlar gülmemelidir” şeklinde basite indirgeyebileceğimiz bir açıklamaya sinirlenmek ne kadar mantıklı? Bu açıklamanın sahibi bu dünyada böyle düşünen tek kişi değil. Tahminen çoğunluk benzer cümleleri size kurabilir. Her seferinde cümlenin sahibine kızmak, bağırmak, çağırmak (ki çoğu zaman ben de kızanlar grubuna giriyorum) gerçekten işe yarayabilir mi?

Ünlü bilim felsefecisi Thomas Khun‘un karşılaştırılamazlık (incommensurability) adını verdiği bir kavram var. Bilimsel kuramların, eğer birbirilerin çok farklı bir evren modeli üzerindeyse, karşılaştırılmalarının mümkün olmadığını söylüyor Khun. Örneğin, evrim kuramı ile akıllı tasarım yaklaşımını karşılaştırmak tamamen anlamsızdır çünkü aynı teraziye koyma şansı olmayan bakış açılarıdır. Biyolojik sistemi açıklamaya yönelik herhangi bir bilimsel kuramın karşısına “Tanrı istedi, öyle oldu” açıklaması ile çıkarsanız tartışma, anlaşma ya da karşılıklı öğrenme ortadan kalkar.

Bu kavramı sosyal haklar ve gündelik yaşam pratikleri hakkında düşünürken de kullanmamız mümkün görünüyor. Kadınların ve erkeklerin yaradılış (ilahi yaradılıştan bahsediyorum, mizaçtan değil) açısından tamamen farklı ve kadının, kesinlikle önemli olduğuna ama erkek kadar önemli olmadığına inanan bir evren modeline sahip insan ile nasıl tartışabilirsiniz? O sizinle aynı dünyada yaşamıyor ki! (Tabii ki bunun tersi de geçerli, bu yazıyı okuyan pek çokları için ben de onlarla aynı dünyada yaşamıyor olabilirim.)

Siz kadınların çalışma hayatında yaşadıkları zorluklardan bahsediyorsunuz, örneğin, ama o zaten kadınların çalışmaması gerektiğini düşünüyor. Kadına yönelik şiddete tepki göstersin istiyorsunuz, gösteriyor ama önceliği şiddetin olup olmaması değil daha çok dozu. Şiddeti değil cinayet olursa onu ayıplıyor. Gayet inanarak “benim bedenim benim kararım” diyorsunuz ama kurduğunuz cümlenin daha ilk yarısı onun zihninde yok ki. Beden nasıl sizin olabilir, o Tanrı’ya ait. Hatta bazıları için önce babaya, sonra ağabeye ve sonra da kocaya ait. Taciz olaylarında “ne işi varmı o saatte sokakta” derken aslında merak ettiği saat değil, gerçekten neden dışarıda olduğunuz. Kısacası onun kafasında şekillenen dünyadaki kadın görüntüsü ile sizin kendinize biçtiğiniz görüntü aynı değil. Bu nedenle sizi anlamaya çalışmayacak, dinlemeyecek, görmeyecek ve asla değişmeyecek. Onun doğru bildiği kurallar ile sizin istedikleriniz asla karşılaştırılamazlar. Her şeyi bir yana bırakın 13 yaşındaki ufacık bir kız çocuğunun evlenmesini “normal” karşılayan bir bakış açısı ile nasıl başedebilirsiniz ki?

Peki ne yapılması gerekiyor? Hedefi değiştirin. Farklı bir dünya modelinde yaşamını sürdüren bir insanı ikna etmek hem çok zordur hem de anlamlı değildir. Kendi yaşamları söz konusu olduğunda kimseyi ikna etmek zorunda olmamalı insanlar. Yapılacak tek şey geri adım atmadan yaşamayı sürdürmek olmalıdır. Bizi sarmalayan ve zaman zaman nefes almamıza bile engel olan çoğunlukla başetmenin tek yolu görünür olmaya devam etmektir. Cinsiyet, cinsel kimlik, etnik köken, dini inanç ya da inançsızlık… çoğunluğun baskısına rağmen olduğu gibi yaşamaya devam etmeli. Eğer bir kere kontrolü diğerlerinin eline verirseniz ondan sonra geriye dönüş çok kolay olamayacaktır. Türbanlı kadınların türbanı nasıl takmaları konusunda bile öneri / zorlama yapmaya başlayan erkeklerin varlığı, özgürlükler üzerindeki tehlikenin sanıldığından daha büyük olduğunun tipik bir göstergesidir.

Hiç kimse – tam olarak hiç kimse – diğer hiçbir insanın yaşam şekline karışamaz. Bireysel haklar ve özgürlükler tartışmaya açık değildir.

Hiçbir şey yapamayacağınızı düşünüyorsanız hiç değilse şöyle kocaman bir kahkaha atarak işe başlayabilirsiniz.

Doğan Kökdemir, PhD
30 Temmuz 2014, Ankara

Ursula K. LeGuin – Balıkçıl Gözü

1978 / 1997, Metis, 159 s.
Orjinal Adı: The Eye of the Heron
Çeviren: Çiğdem Erkal İpek

Bana öyle geliyor ki erkeklerin zayıf ve tehlikeli oldukları nokta, kibirleri. Kadının bir merkezi vardır, bir merkezdir kadın. Ama erkekler öyle değil, onlar erişmektir, uzanmaktır. O yüzden uzanırlar ve bir şeyler koparırlar, bunları etraflarına istif ederler ve ‘ben buyum, ben şuyum, bu benim, şu da benim, benim ben olduğumu size kanıtlayayım’ derler. Ve bunu kanıtlayayım derken de bir çuval inciri berbat ederler.

Yukarıdaki cümleler Vera’ya ait; Victoria isimli gezegene sürgün edilen Şantiyeliler arasındaki bilge kadın. Dünya’da hiç bir şey yolunda gitmeyince bir grup insan başka bir gezegene sürülürler. Haksızlıklardan, ölümlerden, kötülüklerden kaçan bu insanların yeni gezegenlerinde de benzer haksızlıklarla karşılacak olmaları çok şaşırtıcı değildir aslında. Şehirde yaşayan “soylu ve üstün” insanlar ile kasaba da yaşamak zorunda olan ve şehrin bütün işlerini de yürüten Şantiyeliler eninde sonunda sürtüşecektir. Bu sürtüşme arasında kalan kadınlar ise ne erkekleri tek başına bırakacak kadar zalim olabiliyorlar ne de sürtüşmelerin önüne geçecek kadar kuvvetleri var. Bütün olan biten çekişme, her zaman olduğu gibi erkekler arasında yürüyor. Anne, baba, çocuk, arkadaş gibi rollerin önem kazanığı ama sınırlarının da çizilmeye çalışıldığı bu yeni dünyada şehirde yaşayanlar aslında daha çok tutsak gibidirler. Kurallar, gelenekler, yasalar, yapılması gereken işler, alınması gereken kararlar… hiç kimsenin kendisini tanımak için vakti yoktur. Bu açıdan kasabada yaşayanlar çok daha şanslıdır. Her ne kadar şehirdekilerin yaşaması için kendilerine verilen görevleri yapmak zorunda kalsalar da yine de tek kaldıklarında özgürdürler. Yaşam yerlerini değiştirmek istediklerinde şehirdeki yöneticilerin buna onay vermeyeceğini bildikleri halde kendi isteklerini şiddet göstermeden ısrarla vurgularlar. Tabii çatışma kaçınılmazdır.

LeGuin, benim en sevdiğim yazarların başında gelir. Bu aslında ilginçtir çünkü feminist yazarlardan hiçbir zaman hoşlanmamışımdır. Ancak LeGuin, pek çoğundan farklı olarak mesajlarını, anlatmak istediklerini, kadın ve erkek olmanın anlamını gözünüze sokarak, ders şeklinde anlatmaz. O’nun bir hikayesi vardır, kadınlar ve erkekler bu hikayenin içinde rollerini alırlar. Ne demek istediğini hissedersiniz, hak da verirsiniz ve zerre kadar rahatsızlık duymazsınız. Belki de bu yüzden çağımızın en önemli fantastik / bilimkurgu yazarlarından birisi olarak her yazdığı kitap ses getirmiştir. Balıkçıl Gözü, açıkcası bayılarak okuduğum bir kitabı değil. Yerdeniz Üçlemesinden sonra hemen hemen hiçbir kitap aynı tadı vermiyor zaten. Üstelik bu ince kitap okunması zor bir kitap. Kişiler, olaylar, ilişkiler dikkatle, gözden kaçırılmadan okunmalı. LeGuin’in yazdığı bir kitaba olumsuz yorumda bulunmak zordur; ama sanki öykü ya daha erken bitmeliymiş ya da bu kadar erken kesilmemeliymiş hissi yarattı bende. Bu arada çevirmenin “Tanrı” yerine “Allah” kelimesini seçmesi kitapta çok sırıtıyor ama onun dışında bir hata görmedim.

Kısacası kararsız kaldığım bir kitap oldu. Ancak kadın – erkek ilişkileri ya da genel olarak feminizm hakkında farklı bir tarz görmek isteyenler için şiddetle önerebileceğim bir kitap. Ne olursa olsun bir LeGuin kitabı.

G. Ceren Güneş – Karakalem

2011, ZDC, 84 s.

Şimdiye kadar pek çok kitap ve film hakkında yorum yazmaya çalıştım; uzun bir süredir de parmaklarım klavyeye gitmiyordu. Yeniden yorumlar paylaşmaya başladığımda karşıma çıkan ilk kitabın bu kadar zor olacağını tahmin edememiştim açıkcası. İlk defa yakından tanıdığım birisinin, eski bir öğrencimin, yeni bir arkadaşımın, üstelik kapağında benim çektiğim bir fotoğrafın kullanıldığı bir öykü kitabını yorumlamam gerekiyor. Aslında gerekmiyor, bu bir borç. Nasıl yazarların “borcu” oluyor onlara katkı verenlerle ilgili, okuyucuların da zaman zaman kendisine katkı veren yazarlara böyle bir borcu oluyor.

Ceren’in öykülerini ilk okuduğumda kendisi henüz 3. sınıfta okuyan bir üniversite öğrenciydi. Öykü okumayı tercih etmememe rağmen kendimi onu yazdığı cümlerin arasında buldum. İlk düşüncemi çok net hatırlıyorum: “Çok büyük yazmış.” demiştim kendi kendime. Bir üniversite öğrencisinin meziyetlerini küçümsediğimden değildi bu şaşkınlığım daha çok standartların dışında, farklı öyküler görmemdendi. Sanırım “gençlerin aşklarını” anlatan ve mutlu sonlarla biten küçük öyküler beklerken, varoluşu sorgulayan, kimlikleri didik didik eden ve asıl önemlisi tutkulu cümleleri görünce oldukça şaşırmıştım. İlk okumalarımdan bu yana oldukça zaman geçti, şimdi elimde üzerinde Ceren’in isminin yazdığı bir öykü kitabı var. Ne garip… insan kendi yazmışcasına gururlanıyor bundan. Kitabı evirip çevirip bakıyorsunuz; kapağına, iç sayfalarına, öykülerin isimlerine, arka kapağa… tekrar tekrar bakıp “Ben öykü yazmayı seviyorum.” diyen o üniversite öğrencisini düşünüyorsunuz. Ne kadar güzel…

Okuyucu tahmin etmiştir, böyle bir öykü kitabına nesnel bir yorum yazmak zordur. Bu nedenle doğal olarak belirli bir şüphe hep akılda olacaktır… Olmalıdır da. Ancak kitapla ilgili birkaç ayrıntıya geçmeden önce şunun çok önemli olduğunu – en azından benim için – belirtmek isterim: İsteklerinin, amaçlarının, duygularının, düşüncelerin ve tutkularının peşinden koşan genç bir insanın varlığı, yazdığı her hikayeden, her cümleden ve her öykü kahramanından daha önemlidir. Televizyon dizilerindeki “kahramanların” hayatlarına bakıp onlar için kaygılanmak yerine kendi kaygılı kahramanlarını sıfırdan yaratan bir insanın varlığı 21. yüzyılın “modern” dünyasında daha da önemlidir. Ceren diğer yazarlar gibi şanslı bir azınlığa mensup; dünyalar yaratıyor ve o dünyaları kendisi düzenliyor. Biz ise sadece onları uzaktan seyrediyoruz. Bazen içine girmemize de izin veriliyor – ki işte o zaman gerçekten “okuyor” oluyoruz.

Kitaba adını veren öykü Karakalem. Kitabı eğer ben yazıyor olsaydım onu mu seçerdim diye çok düşündüm. Kitabın fotoğrafını çekmek için okuduğum öykü de oydu zaten. “Kadın” kokan bir öykü, ilişkilerin, hayata bakışın, dünya görüşünün ve saklanan tutkunun çarpışmasını sert bir dille anlatıyor. Öykünün çok kuvvetli olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim ama yine de eğer bu öykü kitabının yazarı ben olsaydım sanırım kitaba ismini verecek olan öyküm Günaydın Anne olurdu. Öykünün içerisinde sizi gülümseten yerler olsa da bütününde canınızı yakan bir öykü. Olumsuz hiçbir şey söylemeden, kimseyi (henüz) öldürmeden, hıçkıra hıçkıra ağlamadan canınızı yakıyor. Külkedisinin ayakkabı numarasını merak eden tek kişinin ben olmadığımı görmekten de ayrıca memnunum. Saatler Damlarken de ben de benzer bir etkiyi yaratan diğer öykü oldu. Tabii bu açıklamalardan yola çıkarak Karakalem‘i acılarla dolu bir kitap sanmayın. Ne bulmak isterseniz odaklanabileceğiniz küçük ayrıntıları olan büyük öykülerden bahsediyoruz. Yaşı genç ama zihni ve kalbi kocaman bir yazarın size anlattığı çok şey var bu kitapta.