A Letter to Our Parisian Friend

Dear Fairouz
Our Parisian Friend,

It was September when you arrived Ankara and we finally met. For a few days, you (and we) found a chance to visit some places in Turkey. Although it was raining, we could feel the amazing atmosphere in Cappadocia, visited Anatolian Museum, had dinner in Kayseri, rested about 2 hours in Ihlara valley, etc. You must remember that when we were at a restaurant (in both Ankara and Kayseri), the waiters brought you different foods to taste after they heard that you were a Parisian woman. I think you loved many (if not all) of them and kept notes about your experiences for yourself.

You drank Raki, for the first time in your life.
You listened to Zeki Muren and we tried to translate his songs to you and you liked them.
You did love “cig kofte” (raw meat). That was very surprising for me. I always thought that “cig kofte” was delicious for only Anatolian people.
And of course, “baklava” and “Turkish delight”… they were your favorites.

We talked little about politics but much more about religion and ethnicity.
You always pointed out that all people should tolerate different worldviews and you were angry about racists in France who claimed that there was no place in France for refugees, Muslims, etc. I hope and I’m sure that you are still at the very same position. You love people, I don’t think anything could change this.

When more than 100 people were murdered in Ankara, in 10th of October, you felt the pain as we felt. You said your heart was with us.

Now, the same militants, those who are without any sign of humanity, carried out an attack to your country, your city, your way of life. I can guess how tense is the situation right now. It was shocking and horrible; more than 100 people had been killed without any reason.

I don’t want to tell you anything about revenge.
I don’t want to tell you anything about justice, either.

I cannot tell you when these madness comes to an end.
I cannot tell you when people get along with each other.

I don’t have answers.

Yes, I am afraid to be at war against darkness; and yes I am really afraid to stand still against it.

But,

I am sure that darkness will never win. If it could, then everything including itself will be nonexistent. That’s why we have to win and we will.

Courage is needed in the darkest times of our life.
And courage, my friend, does not mean not to afraid of anything, courage is acting for the truth regardless of your fear.

No, our hearts are not just with you.
We all are a big heart!

Love,

Dogan Kokdemir, Ankara

Hugo

Yönetmen: Martin Scorsese
Senaryo: John Logan ve Brian Selznic (Roman)
Yapım Yılı: 2011, ABD
Oynayanlar: Asa Butterfiled, Chloé Grace Moretz, Christopher Lee, Ben Kingsley, Sacha Baron Cohen, Ray Winstone, Emily Mortimer, Helen McCrory, Michael Stuhlbarg, Frances de la Tour, Richard Griffiths, Jude Law, Kevin Eldon, Gulliver McGrath, Shaun Aylward

1930’ların Paris’inde bir tren istasyonun herkes tarafından bilinmeyen duvarların arasında yaşamak zorunda kalan küçük bir çocuğun, Hugo’nun macerasına hoşgeldiniz. Babasını ve daha sonra da yanında yaşamak zorunda kaldığı amcasını kaybeden Hugo, kimsesiz bir çocuk olarak bu tren istasyonunda yaşamak zorundadır. Üstelik varlığının anlaşılmaması için (özellikle de istasyon polisi tarafından) sürekli istasyonun saatlerini tamir etmekte ve bu sayede hiç kimsenin duvarların öbür tarafına geçmesine gerek kalmamaktadır. Hugo’nun bütün amacı ona babası tarafından kalan tek şey olan “automaton” adını verdiği yazı yazan mekanik robotu çalıştırabilecek anahtarı bulmaktır. Babasından kendisine bırakılmış olası bir mesajı elde edebilmek için hem bulduğu parçalarla automaton’u tamir eder hem de anahtarı arar. Film, Hugo’nun bu gizemli arayışını ve anahtarın beklenmedik hikayesini bize anlatır.

Film, sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden Georges Méliés‘e bir saygı duruşudur. Méliés, 1900’lü yılların başında sinemaya inanılmaz bir dinamizm getiren, ilk bilim kurgular diyebileceğimiz filmleri çeken bir yönetmen, senarist, set işçisi ve oyuncu olarak efsanevi bir üne sahiptir. Jules Verne’in “Aya Seyahat” kitabından uyarlamış olduğu Le Voyage dans la Lune, bütün zamanların seyredilmesi gereken filmleri arasında tarihsel olarak ilk sırada yer alan bir başyapıttır. Hugo, çağımızın en önemli yönetmenlerinden Martin Scorsese‘nin, Georges Méliés ile buluşmasını sağlıyor. Kişisel olarak filmin bu yönü beni en çok etkileyen kısmı oldu. Günümüzde neredeyse sınırsız olanaklara sahip sinema endüstrisinin nereden nereye gelmiş olduğunu hatırlamak sadece nostaljik bir deneyim değil. Sinema gibi büyüleyici bir uğraşın ilklerini unutmamanın çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Hugo, kuşkusuz hem ses hem de görsel açıdan tam bir şölen. Teknik açıdan çok doyurucu bir film. Hugo Cabret’i canlandıran Asa Butterfield oldukça başarılı ve usta oyuncu Beng Lingsley’in varlığı filme çok şey katıyor. Bütün bunların içerisinden görece küçük bir rolü olsa da istasyon polisini oynayan Sacha Baron Cohen’in harika bir oyun çıkardığını söyleyelim. Babasından kalan izi takip eden Hugo Cabret’in nelere ulaşacağını keyifle ve heyecanla izleyeceğinize eminim.

IMDB Sayfası

Midnight in Paris

Yönetmen: Woody Allen
Senaryo:
Woody Allen
Türkçe adı: Paris’te Geceyarısı
Yapım Yılı: 2011, İspanya / ABD
Oynayanlar: Owen Wilson, Rachel McAdams, Kathy Bates, Kurt Fuller, Mimi Kennedy, Michael Sheen, Nina Arjanda, Carla Bruni, Maurice Sonnenberg, Thierry Hancisse, Guillaume Gouix, Audrey Fleurot, Marie-Sohna Conde, Yves Heck, Alison Pill, Corey Stoll

Filmi seyrettikten sonra, bütün sahneleri 5’e bölme fikrine kapıldım; ilk ve son 1/5’lik kısımları çıkartırsak eğer geriye kalan 3/5’lik hikaye olağanüstü derecede güzel. Sanırım Woody Allen, filmin ne kadar felsefik tartışmalar üzerinde gitmesi gerektiğine, ne kadarında aile komedisi yapacağına tam olarak karar verememiş gibi. Sorunlu bir nişanlılık dönemi yaşadıkları daha filmin ilk sahnelerinde belli olan Gil (Owen Wilson) ve Inez (Rachel McAdams) arasındaki çekişme ve Gil’in müstakbel kayınvalidesi ve kayınpederi ile itişmesi klasik aile komedilerine benziyor. Açıkcası böyle bir ayrıntıya gerçekten gerek var mıydı emin olamadım. Olası nedenlerden bir tanesi modern ve postmodern hikaye arasında geçiş sağlamak ve belki de bunu yaparken seyirci azıcık da olsa şaşırtmak olabilir ama “esas adama” uygun olmayan nişanlı ve onun züppe ailesi fikri o kadar klişe ki filmde çok yabancı duruyor. Bunun yerine “esas adamı” zor durumda bırakacak ve kahramanımızın gayet güzel tanımladığı şekilde bilişsel çelişki (cognitive dissonance) yaratan bir yardımcı aile seçimi seyirciyi de aynı çelişkiye sürükleyebilirdi sanki.

Bir yazar olan ve Paris’te bulunma amacı esinlenme olan Gil’in imdadına tam geceyarısı onu 1920’lere götürecek olan bir araba yetişiyor ve kahramanımızla birlikte bizi de gerçeküstü bir dünyaya götürüyor. 1920’lerin Paris’inde kimlerle tanışmıyor ki: Picasso, Dali, Hemingway, Fitzgerald… Bu nefis entelektüel ortamda kendi romanı hakkında da geribildirim alma şansına erişiyor. Bu bölümdeki tartışmalar ve özellikle Hemingway ağzından duyduklarımız oldukça güzel ve düşündürücü. Diğer isimlerle yapılan söyleşilerdeki varoluş, gerçeklik, zaman gibi kavramlar hem çok güzel hem de az işlenmiş. Gil, ara sıra da olsa gerçek zamanına geri dönmek zorunda olduğu için tartışmalar da maalesef yeterince derinleşemiyor. Filmin sonu ise başka bir klişe ile bitiyor ama biz şimdilik söylemeyelim ne olduğunu.

Yukarıdaki eleştirilerden filmin kötü olduğu fikri çıkmamalı. Aksine, filmin tamamına hakim olan tatlı nostaljik hava sizi de içine alıyor. İnsan kendisini iyi hissettiren, değerli olduğunu hatırlatan güzel bir film. Mutlaka seyredilmeli ama yaklaşık 24 saat sonraki Oscar törenlerinde ödül alacağını pek sanmıyorum.