Barbunya Pilaki ve Baba Olma Sanatı

Anneler çocukların şekillenmesinde hep asıl sanatçı olarak algılanır ama babaların o son dokunuşlarından çok az kişi bahseder nedense. Halbuki o dokunuşlar bizi ahlaklı ya da ahlaksız, iyi ya da kötü, merhametli ya da zalim, dürüst ya da düzenbaz yapabilecek kadar kuvvetlidir. O dokunuşların ne olduğunu neye yol açtığı çok zaman geçtikten sonra anlarız. Sadece birkaç dokunuştan sorumlu oldukları için babalar, çocuklarını sandıklarından daha fazla etkilerler. Çünkü o son birkaç dokunuş son resme adını verecektir.

Babam (ortada) Sinop Gerzespor’da futbol oynadığı zamanlar.

Babam 10 Ağustos 1940 – 20 Ocak 2014 yılları arasında yaşadı. Ölümünden önce çok uzun süre hastanede kaldı. Son zamanlarında bilincini iyice kaybetmiş olmasına katlanmak, belli ki gözünün önüne gelen hayallerle konuşmaya çalışması seyretmek, ona bir türlü ulaşamamak, sesimi duyuramamak ama en kötüsü gözlerinin içine bakamamak zordu, yıpratıcıydı. Öldüğü günü bir eğitim seminerindeydim, yaptığım en iyi işi yapıyordum, hayattaki diğer her şeyden uzaklaştığım için rahattım, farklı bir dünyada mola veriyordum. Eğitime ara verip, beni arayan var mı diye sessize aldığım telefonuma baktığımda farklı kişilerden onlarca cevapsız arama geldiğini görünce şüphelenmiştim ama hele bir de gönderilen bir mesajda “önce beni ara” yazdığını okuyunca ne olduğunu anlamak çok zor olmadı zaten. O’nu aradım ve öğrendim. 20 Ocak 2014 günüydü bu, Ocak’a inat sıcak bir günde asla başıma gelmeyecek sandığım bir kayıpla oracıkta kalakaldım. Bir adam, babası öldüğünde yalnız kalır. Koca dünyada, belirsizliklerle dolu yaşamda, ıssız kalır. Ayaklarınızın altından bütün zeminin kaydığını hissedersiniz. Yaşadığınız şeyin adı üzüntü değildir korkudur. Hayatınızda belki de ilk kez deli gibi korkarsınız. Neye korktuğunu bilmeden korkmanın kendisi zaten çok korkunçtur. Yalnızlık çığlık çığlığa üzerinize koşar, ne orada durabilirsiniz ne de kaçıp uzaklaşabilirsiniz. Bir adam, babası öldüğünde, ölür. Hayata devam eden, yeni birisidir artık; iyi ya da kötü ama yeni.

Annem ve babam, nikah törenlerinde.

Sina Kökdemir bir Cumhuriyet Savcısıydı. Türkiye’de belki de sayısız örnekleri olan, iki çocuğunu olabilecek en iyi şekilde yetiştirmek için çalışan, çabalayan, kaygılanan tipik bir babaydı. Dünyanın en iyi babası mıydı? Bilmiyorum. Herkesin babası öyledir, bu yüzden öyle bir tanımlama bana oldum olası saçma gelmiştir çünkü şunu da biliyorum ki hataları olan normal bir insandı. Ne doğa üstü güçleri vardı ne de bir derviş sabrı. Her baba gibi zaman zaman kızan, sinirlenen, seven, özleyen, özleten, uyuyan, uyanan, esneyen, gazete okuyan, yürüyüş yapan, rakı içen, sigara içen, televizyon seyreden, gülen normal bir babaydı. Öldüğünde oturduğu ev kiraydı, kendisine ait arabası yoktu, bankada birikmiş parası ya da hanları hamamları yoktu. Tek varlığı kendisiydi ve kendisini adadığı ailesi. Bir babanın en gerçek serveti bu değil midir zaten?

Benim hatırladığım ilk büyük hediye bir ansiklopedi setidir. İlkokul 2. sınıftaydım eğer yanlış hatırlamıyorsam, yer Kulp (Diyarbakır). Okuldan eve geldiğimde masanın üzerinde bana Ağrı dağı kadar büyük görünen bir ansiklopedi setini gördüğümde yaşadığım sevinci hayatımın diğer hiçbir yerinde yaşadığımı sanmıyorum. Kim bilir kaç hafta uğraşmıştı babam o ansiklopedileri doğru düzgün yolu bile olmayan Kulp’a getirtebilmek için. Halbuki ben sadece “Etoburlar” isimli cilt ile yetinebilirdim ama “Böcekler”, “İnsan”, “Bitkiler”, “Uzay”, … gibi isimleri olan farklı ciltleri gördüğümde bir müddet nefessiz kaldığımı hatırlıyorum. Rüya gibiydi her şey. Ne kadar çok şey okuyacaktım! Bu nasıl bir mucizeydi böyle! Bunların hepsi benim miydi?! Gerçekten benim miydi?

8 yaşındaki ben, o zamanlar bu yazıyı yazmak zorunda kalacağımı, babamın birgün öleceğini nereden bilebilirdim ki? O an için tek gerçek ansiklopedilerdi ve babalar zaten ölmezdi ki.

Ben 8 yaşındayken… Babamla kahvaltı sofrasındayız.

8 yaşındaki ben, tam da o gün bana verilen o ansiklopedileri okurken karar vermiştim bilimle uğraşacağıma. Sadece hangisini seçeceğime karar veremiyordum. Hayvanlar dünyası bana çok ilginç geliyordu, hele ya uzay ve evren. O ne gizemli bir şeydi öyle. Mutlaka o tür şeyler yapmalıydım. Bir yandan da gözüm insanda ve o beyin dedikleri tuhaf organın sırlarındaydı. Yapacak çok işim vardı, hem de çok. Hemen okumaya başlamalıydım.

8 yaşında, hayatımdaki o ufak fırça darbesiydi işte yaşadığım. Şimdi anlıyorum neye yol açtığını; yaklaşık 35 yıl sonra anlıyorum ne işe yaradığını o darbenin.

Bizim aileyle birlikte aynı yemek masasını paylaşan çok arkadaşım oldu. Hepsi bilir ki, yemekli misafir bizim için özeldir. Masa donatılır, sadece misafirlere yetecek kadar değil tüm Ankara’yı doyuracak kadar yemek yapılır. Hangi yemeği yapsak kaygısından uzak olmak için de olası her şey yapılır. Çoğu zaman sofrada aynı anda balık da olur, kırmızı et de, beyaz et de. Olur da bunlardan birisinin yemeyen misafir varsa aç kalmasın diye bütün seçenekler sunulur. Önce bir duble rakı, beyaz peynir ve babamın yaptığı ilginç turşulardan (erik, üzüm, kayısı, …) birisi yenir sonra sofraya geçilir. Sofrada yine bize konuk olan herkes bilir ki, babam hiçbir şey yemez. Bekler. Önce herkesin doymasını bekler, ısrarlara “yok şimdi canım istemiyor yahu, zorlamayın” der. Diğer herkes afiyetle yemeklerden alır, sonra bir daha alır ve artık son bölüme gelindiğinde babamın sesi duyulur “iyi hadi, oradan bir parça barbunya pilaki de bana verin”. Annem hevesle tabağa barbunya koyar bir kaşık sonra sorar “Sina, bir parça da et vereyim mi? Bak lokum gibi olmuş”. “Yav iyi tamam biraz da ondan ver ama abartma, öldüreceksin insanları yemekten” diye devap verir babam. En son salata da mutlaka ayrı bir tabağa konulur ve babam da sonunda yemeğini yer.

Sofrada koca bir orduya yetecek kadar yemek olmasına rağmen önce sofradaki diğer insanların doymasını bekleyen adama “baba” denir. Bu garip bir eylemdir. Bir yandan baktığınızda çok anlamlı görünmez ama dünya görüşü olarak ele aldığınızda çok önemli bir ahlaki mesaj taşır. Başınız sıkıştığında, çözemediğiniz problemleriniz olduğunda, hayat üzerinize duvarlar örmeye başladığında, yalnız kaldığınızda, mutsuz olduğunuzda size kimin yanına gideceğiniz konusunda net bilgi verir. Çocukları doymadan yemek yemeyi reddeden bir adama hayatınızın sonuna kadar güvenebilirsiniz. Bu kadar basit ve bu kadar nettir bu.

Ergenliğimde, yeni öğrendiğim beylik cümleleri bir gün babama satarken şöyle bir laf ettim ona “… tamam ben de hata yapıyor olabilirim, öyle durumlarda bana karşı çıkabilirsin, bu iyi bir şeydir, doğrusu budur…” gibi saçmaladım. Babam o ana kadar sabırla dinliyordu beni, sonra derin bir “Offff” çekti. “Yahu oğlum sen ne saçmalıyorsun abuk subuk. Ben babayım. Sen adam öldürsen ben senin yanında olmak zorundayım. Ne hatasından ne doğrusundan bahsediyorsun. Hadi git ukalalık edip benim canım sıkma.”

Çocuklarından sonra yemek yiyen bir adama ahlak dersi verilemeyeceğini o zaman öğrendim. İşte bu da belki yüzlerce fırça darbesinden birisi oldu benim için.

Bu bahsettiğim adam, benim babam, hastanede yataktan kendi kendine kalkamadığı, tuvalete giderken çocuklarının yardımına ihtiyaç duyacağını bildiği ve bizlere öyle görünmek istemediği için sırf tuvalet ihtiyacı olmasın diye yemek yemedi, su içmedi. Zorla, serumla beslenmesini sağladılar.

Çocuklarından sonra yemek yiyen bu adam, çocuklarına yük olmamak için daha erken ölmeyi göze aldı. Bu da onun tuvaldeki son fırça izi oldu.

Babamın dinlemekten en keyif aldığı parçalardan birisi.

Doğan Kökdemir
Ankara, 1 Ekim 2014

Ülke Boyu Yalnızlık

Doğan Kökdemir, PhD
Ankara

Biz yalnızız bu ülkede.

Kim olduğumuzun, nerede yaşadığımızın, neye inanıp inamadığımızın, yaşımızın, cinsiyetimizin, mesleğimizin, hangi yemeği sevdiğimizin, günde kaç saat uyuduğumuzun, saç rengimizin, hangi müziği dinlediğimizin önemi yok.

Biz bu ülkede kocaman bir yalnızlığız.

Birileri var hayatımızın içinde izinsiz bizden. Omuz üstü melekleri gibi (ama belli ki kötü niyetli olanlardan), her dakika fısıldıyor bize ne yapmamız gerektiğini. Evet birileri, yani bir takım insanlar, yani bizim gibi canlı varlıklar, bizim gibi fiziksel özellikleri olan, “süperinsan” olmayan normal, sıradan, alalade insanlar bize fısıldıyor “şunu yap, bunu yapma” diye.

O kadar yalnızız ki “hayır” diyemiyoruz.
O kadar yalnızız ki “ama ben…” diye mırıldanamıyoruz bile.

Bir tek, bir tane, sadece bir (sayıyla 1) yaşamımız var.
Kısa, çok kısa, kısacık.
Yeni “can” kazanacak puanlarımızın olmadığı tek bir yaşamımız var.
Ama o kadar yalnızız ki, onun kontrolünü bile vermişiz o birilerine.

“Sen kimsin?” bile diyemiyoruz.
Asıl söylememiz gereken “Ulan sen kimsin?” iken.

Biz yalnızız bu ülkede.
Biz bu ülkede kocaman bir yalnızlığız.

Çevremizde simsiyah bir cehalet, bok rengi bir kalitesizlik, kan kırmızısı bir şiddet varken bile “aman bize elitist” demesinler diye midir nedir bilinmez gıkımız bile çıkmıyor, canımızı çürük dişli vampiler gibi emmeye kalkan soytarılardan. Uzaktan bakıp “offf”lamaktan başka bir şey gelmiyor elimizden.

O kadar yalnızız ki bu ülkede.
Gidecek gücümüz bile yok.
Haklı olduğumuzu bile bile ölüp gideceğiz belki.
Haklı ama yalnız öleceğiz.

Bizimle birlikte yalnızlığı üzerimize örten bu ülke de ölecek ama kime ne bundan?

James G. Ballard – Beton Ada

1974 / 2008, Ayrıntı Yayınları, 144 s.
Orijinal Adı: Concrete Island
Çeviren: Gökçe Melis

Gelecek bugünü anlamak için geçmişten daha iyi bir anahtardır.

2009 yılında prostat kanseri nedeniyle hayatını kaybeden J. G. Ballard, en önemli İngiliz yazarlardan birisi olarak tanımlanıyor. Beton Ada, onun 1974 yılında tamamladığı, en önemli romanlarından birisi. Internette bu kitapla ilgili bilgi verilirken genellikle modern Robinson Crusoe hikayesi olarak anlatılıyor. Oldukça zengin bir mimar olan Robert Maitland, bir otoyol kavşağında arabasıyla kaza yapar ve otoyolların arasındaki Ada’da mahsur kalır. Her şeye sahip olan bir adamın bir anda yalnız ve yalıtılmış bir halde kaldığı bu Ada’da hem kendi hayatını devam ettirmesi, yardım çağırması hem de karşısına çıkacak ilginçliklerle mücadele etmesi gerekecektir. Neredeyse doğaüstü bir atmosferde ama günlük hayatın bir köşesindeki bu solukları kesecek mücadele gerçekten çok iyi aktarılmış. Şaşkınlıkla Maitland’in başına gelenleri izliyor ve onun mücadelesine tanık oluyoruz. Yalnızlık, yalıtım, mücadele, savaş, özgürlük, çaresizlik gibi kavramların hüküm sürdüğü roman aslında okuyan her farklı kişiye başka anlamlar katabilecek kadar geniş. Belki de internet üzerindeki anlatılanlara, yorumlara bakmadan kendinizi kitaba teslim etmeniz çok daha mantıklı olacaktır.

Benim açımdan Beton Ada tipik bir benlik hikayesi. Bütün zorluklarına rağmen kapana kısıldığı bir Ada’da yine de yalnız kalmak isteyen ve kendisini “Ben Ada’yım!” şeklinde tanımlayan bir insanın Robinson Crusoe kadar naif olmadığı açık. Robert Maitland, sadece bir trafik kazası geçirmiş mimardan çok daha fazlası. Düşüncelerinin size ulaşmasına izin verirseniz eğer insanın varoluşu ile ilgili farklı sorularını ve fikirlerini duyabilirsiniz. Daha ilk başlarda Ada’ya isim vermeye kalkan Maitland’in bu davranışı içinde bulunduğu travmayı anlamlandırmaya çalışan bir adamın çaresiz yakarışından başka bir şey değil ama yine de yalvarmıyor Maitland. Neredeyse Ada’da mutlu olduğunu söyleyebiliriz.

Gelecek bugünü anlamak için geçmişten daha iyi bir anahtardır diyor kitap bize. Geçmiş bugünü anlamamıza nasıl yardım edebilir ki? Geçmişi yargılarken bugünü referans alıyoruz ama bugüne dair hiçbir şey öğrenemiyoruz. Geleceğe yapılacak her bakış, aksine, bize bugün ne yaptığımızı işaret edebilir. Haftalık ya da aylık planlardan bahsetmiyoruz burada, öyle bir gelecek değil anlatılmak istenilen. Bugünün kıskaçlarından, kurallarından, normlarından kurtulmayı başarabilirsek eğer birgün, kendimizi rahat bırakabilirsek ya da, o zaman gelecekte noktaların birleşmesini sağlayabiliriz belki. Bunun yerine bugünden geçmişe bakarak gelecekle ilgili karar alıyoruz. Üstelik bu üç zamanı da tam olarak bilmiyoruz. Belki de hepimizin bir müddet de olsa Beton Ada‘da yaşaması lazım. Belki o zaman tam olarak ne istediğimizi anlayabiliriz. Hazırlıksız, gerçek, mutlak bir yalıtım ancak o zaman kendimizle yüzleşmemizi sağlayabilir. Yoksa 2 saat, 2 ay ya da 2 yıl bir odaya kapanmak, hazırlıklı bir yalnızlık asla yalıtımın yerini tutmayacaktır.

Beton Ada kendimizi sorgulamamız için fena bir başlangıç değil. İlginç öyküsü, kuvvetli detayları ve sıradışı kurgusuyla tekrar tekrar okunacak kitaplardan.