It’s a Wonderful Life (Şahane Hayat)

Yönetmen: Frank Capra
Senaryo: Frances Goodrich, Albert Hackett, Frank Capra, Philip Van Doren Stern
Yapım yılı: 1946, ABD
Oynayanlar: James Stewart, Donna Reed, Lionel Barrymore, Thomas Mitchell, Henry Travers, Beulah Bondi, Frank Faylen, Ward Bond, Gloria Grahame, H. B. Warner, Frank Albertson, Todd Karns, Samuel S. Hinds, Mary Teen, Virginia Patton, Charles Williams, Sarah Edwards, William Edmunds, Lillian Randolph, Argentina Brunetti, Robert J. Anderson, Ronnie Ralph, Jeanine Ann Roose, Danny Mummert, Georgie Nokes, Sheldon Leonard, Frank Hagney, Ray Walker, Charles Lane, Edward Keane, Carol Coombs, Karolyn Grimes, Larry Simms, Jimmy Hawkins

Yeni yıl yaklaşırken, klasik noel filmlerinden birisini; belki de en klasik olanını yaklaşık 30 yıl sonra yeniden seyretme şansım oldu. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, 1946 yapımı bu klasik filmi ilk defa televizyonda izlediğimde sadece 10 yaşındaydım. Çok etkilendiğimi hayal meyal hatırlıyorum… ve 40 yaşında bir kere daha izleyince aynı etkiyi yeniden yaşayabiliyor olmak harika bir duygu.

1940’ların yıldız oyuncuları James Stewart‘ın (George Bailey) ve Donna Reed‘in (Mary Hatch) başrolünü oynadığı bu film, genel olarak iyi kalpli insanlarla kötü olanlar arasındaki klasik mücadeleyi anlatır. George Bailey, küçüklüğünden beri dünyayı dolaşmak isteyen ve bunun için National Geographic dergisinin sayfaları arasında kendisine yaşayacak yer seçmeye çalışan küçük bir çocuktur. Üstelik bu isteğine ailesinden de destek gelmektedir. Herkes birgün George’un kasabayı terk ederek kendine farklı bir dünyada yaşam kuracağına inandırmıştır. Ancak, hiç planda olmayan olaylar George’u her nasılsa o küçük kasabaya neredeyse çakılı kılar. İstese de bir türlü uzaklaşamaz. Gerek yumuşak kalpli ve yardımsever oluşu, gerek kardeşine olan sevgisi onu, kımıldamaktan alıkoyar. Sonuçta George, doğup büyüdüğü o kasabada yaşlanmaya da başlar.

George, kasabalıları kıramadığı için yıllarca babasının yönetim kurulu başkanlığı yürüttüğü bir konut kredilendirme kurumunun başına geçer. Artık, bu tekdüze hayata alışmıştır; ancak her şey ters gitmeye başlayınca ve kötü olaylar kontrol edilemez bir hale geldiğinde, kendi hayatına son vermek ister. Film, aslında bu hikayenin sonunu anlatmak için kurgulanmış. George’un intihara karar verdiğini filmin hemen başındaki Tanrı’nın ve meleklerinin konuşmasından anlıyoruz. George’u bu intihardan vazgeçirmek için görevlendirilen “kanatsız, ikinci sınıf melek” Clarence’in (Henry Travers) taktiği George’a, onun olmadığı bir dünyanın nasıl olduğunu göstermek olur. “Eğer sen hiç yaşamasaydın…” der Clarance, “Eğer George hiç doğmamış olsaydı ne olurdu?“. Benlik ve varoluş üzerine harika bir egzersiz sorusudur bu. Sadece filmdeki George için değil, bizim için de…

Filmde teknik açıdan eksiklikler göze çarpıyor doğal olarak, hatta hatalı sahneler de var. Ancak bir bütün olarak bakıldığında ve yapım yılı dikkate alındığında It’s Wonderful Life, şahane bir film. Kuvvetli diyalogları hemen dikkat çeken filmde hem James Stewart’ın hem de Donna Reed’in performansı tartışılmaz. Her ne kadar James Stewart’ın abartılı bir rol yapma özelliği olsa da oynadığı karakterin hakkını kesinlikle veriyor. Film, can alıcı sahnelerde dolu; bunlardan bir kısmı oldukça eğlenceli (örn., dans sahnesi) ama önemli bir kısmı da yürek acıtan cinsten (örn., finale yakın sahneler). Bu film, bize biz olduğumuz hatırlartan bir film. Kış yaklaşırken içinde sıcaklık hissetmek isteyenler için birebir…

IMDB Sayfası

Freaks (Ucubeler)

Yönetmen: Tod Browning
Senaryo: Clarence Aaron
Yapım yılı: 1932, ABD
Oynayanlar: Wallace Ford, Leila Hyams, Olga Baclanova, Roscoe Ates, Henry Victor, Harry Earles, Daisy Earles, Rose Dione, Daisy Hilton, Violet Hiton, Schlitze, Josephine Joseph, Johnny Eck, Frances O’Connor, Peter Robinson

Sinema tarihinin belki de en garip filmlerinden birisi ile tanıştırmak istiyorum sizi: Freaks (Ucubeler). 1932 yılı yapımı bu filmde rol alan karakterlerin hepsi gerçek. Cüceler, kolları olmayan ve her işini ayağı ile görmek zorunda olan bir kadın, hem kolları hem de bacakları olmayan bir adam, sakallı bir kadın, siyam ikizleri, “yarım adam”,… ve daha birçoğu. Freaks, bu açıdan sadece kendi döneminin değil sonrasının da ender yapımlarından birisi durumunda. Günümüzde farklı “anamolileri” anlatmak için yardımcı olabilecek hiçbir teknik özelliğinin bulunmadığı bir dönemde gerçek insanların hayatını anlatması açısından çok etkileyici bir yapım. “Normalden” farklı olan insanlar yönelik diğer insanların tutumlarını açıklamaya çalışan onlarca kuram var psikoloji alanı içerisinde, Freaks bu kuramların izlerini gördüğünüz bir yapım. Örneğin, Dehşet Yönetimi Kuramı (Terror Management Theory) açısından, fiziksel özellikleri “anormal” olan insanların, diğerlerine hepimizin biyolojik varlıklar (dolayısıyla da ölümlü) olduğunu hatırlatması nedeniyle tepki gördüğünü, hatta iğrenildiğini ifade eder. Doğal olarak 64 dakikalık bu kısa sayılacak filmde, derin analizler için pek zaman olmamış ancak filmin sonunda sizde bıraktığı iz de kuramın söylediğinden pek farklı değil.

Kahramanlarımız bir sirkte çalışmaktadır ve her sirkte olduğu yaşadıkları çevrede onlardan farklı olarak, güzel kadınlar ve güçlü adamlar da vardır. “Ucubeler”in kendilerini tehlikelerden korumak için altın bir kuralları var: “Birisine yapılan iyilik hepsine yapılmıştır ve birisine yapılan kötülük de hepsine yapılmış sayılır.” Bu yaşam felsefesi onları dış dünyanın ihtişamından biraz da olsa korur. Sirkteki normal insanların önemli bir kısmı da onlarla iyi geçinmektedir ancak filmin baş kadın karakteri Cleopatra (Olga Baclanova), cücelerden birisini (Hans; Harry Earles) kendisine aşık etmeyi başarır (ki bu çok zor olmaz) ve bu sayede onun parasını elinden almaya çalışır. Fim, bu kötü kalpli kadın ile arkadaşlarını o kadının elinden kurtarmaya çalışan “ucubeler”in öyküsü. Teknik açıdan eleştirmenin çok doğru olduğunu düşünmediğim filmlerden birisi ancak yine de sahne aralarındaki keskin geçişlerin izleyiciyi rahatsız ettiğini söylemeliyim. Ancak karakterlerin özelliklerini vurgulama konusunda oldukça başarılı; hem karakter hakkında size yeterince bilgi veriyor hem de bu özellikleri seyircinin gözüne sokmaya çalışmıyor. Belki de bu nedenle, bütün garipliklerine rağmen izlerken sıcaklık hissettiğiniz bir film. Başka dünyaların da olduğunu gösteren vurucu bir yapım…

Filmin belki de en önemli özelliği, yeniden çekilmesinin zor hatta imkansız olması. Maalesef o dönemlerde farklı anatomik sorunları olan insanların sirklerde seyirci karşına çıkmaya zorlandığını biliyoruz. Film, bir bakıma bu kötü sektörü kullanma şansı bulmuş. Ancak günümüzde hem artık böyle bir sektör yok hem de söz konusu fiziksel problemlerin çoğunu daha anne karnında tedavi etme şansına sahibiz. Kısacası, 1930’ların sadece dış görünüşü farklı olan ilginç insanları artık yok. Freaks – belki çok klasik olacak ama – aslında nelere sahip olduğumuzu hatırlatan bir film…

IMDB Sayfası

Nanook of the North (Kuzeyli Nanook)

Yönetmen: Robert J. Flaherty
Senaryo (Fikir): Robert J. Flaherty
Yapım yılı: 1922, ABD
Oynayanlar: Allakariallak (Nanook), Nyla (Smiling Face), Cunayou, Allee, Alleegoo

Nanook of the North, 1922 yapımı bir belgesel / sessiz film denemesi. 1900’lerin başında özellikle Thomas Edison tarafında yapılan denemeleri saymazsak, belgesel niteliğindeki ilk uzun metrajlı yapım olma özelliğine sahip. Yönetmen ve gezgin Robert J. Flaherty de bu alandaki ilk isim. Milyonlarca dolarlık bütçelere sahip olan film ve belgesellerin sık sık sinema salonlarında ve TV’lerde gösterildiği bir dönemde, 1922 yılındaki bir yapımdan bahsetmek ilginç (hatta tuhaf) gelebilir size. Karşına geçip patlamış mısır yemeye pek uygun bir film olmasa da Nanook of the North sadece tarihi bir belge niteliği taşımıyor; aynı zamanda çok insani ve romantik bir yapım.

Kanada – ABD sınırı arasına yaptığı ziyaretler sırasında Robert J. Flaherty, Nanook (eskimo dilinde ayı anlamında), iki karısı ve çocukları ile tanışır. İlk tanışmalarında elde ettiği görüntülerin ilgi çektiğini görünce daha sonra onlarla bir müddet yaşamak amacıyla tekrar yanlarına gider ve günlük hayatlarını kameraya alır. Kameraya yansıyan bütün görüntüler gerçek. Nanook, ailesinin aç kalmaması için kar tilkisinde, büyük foklara kadar pek çok hayvanı avlamaya çalışan bir savaşçı, avcı, eş ve baba. Çetin kış koşullarına karşı mücadelenin yanı sıra özellikle kış mevsiminde açlıkla da savaşmak zorunda olan bu ailenin – her nedense – yüzünde gülümseme hiç eksik olmuyor. Av sahneleri oldukça heyecanlı ve asıl önemlisi “gerçek”. Özellikle karların altına saklanmış olan tilkiyi ve buzun altında yüzen fok balığını avlaması günümüz filmlerine çok yakın görüntüler içeriyor. Annelerin, çocuklarla olan iletişimi, çocukların kendi aralarında oynamalar ve baba Nanook’un ufak çocuğuna yay kullanmayı öğretmeye çalışması filmin en sıcak görüntüleri arasında. Filmde ana figür Nanook, ancak zaman zaman sürekli gülümseyen Nyla da sahneye çıkıyor. Genel olarak filmde açlığa kaşrı mücadele anlatıldığı için av sahnelerinde ve sonrasında hm Nyla hem de Cunayou (Nanook’un diğer karısı) yardımcı rollerde görünüyorlar. Onların da yardımıyla soğuktan korunmak için yaptıkları buz evin (igloo) sadece 1 saatte tamamlanıyor olması inanılmaz, üstelik yapılan buz evin penceresi bile var. Buz üzerinde geçen yaklaşık 80 dakikalık bu görüntüler kesinlikle içinizi ısıtacak. Yaşam, varoluş ve tabiat üzerine konuşulacak çok fazla kavramı içinde barındıran bir yapım. Ancak bu filmi sadece tek bir kelime ile tanımlamam istense, sanırım vereceğim en iyi cevap “romantik” olurdu.

Antropolojik bilgiler de barındıran filmden birkaç ufak ayrıntı:

– Nanook ve ailesinin kıyafetlerinin ana malzemesi kutup ayısı postu.
– Ayakkabıları fok derisinden ve deri sertleşmesin diye her gece eşler bu ayakkabıları kemirerek yumuşatıyor.
– Avladıkları hayvanların etlerini çiğ yiyorlar. Ateş yakmak zor, yaktıklarında da genelde kar suyu elde etmek için kullanıyorlar.
– Nanook ve arkadaşlarının yakalamaktan en çok memnun oldukları hayvan, yaklaşık 2 ton ağırlığı olan morslar.
– Mors dişlerini bıçak yapmak için kullanıyorlar.
– Alış verişlerini “beyaz adamla” takas usulü yapıyorlar ve getirdikleri hayvan postları karşılığında en çok talep ettikleri şeylerin başında renkli şekerler geliyor.

Filmden sonrası ile ilgili üzücü bir detaydan da bahsetmek zorunda hissediyorum kendimi. Film çekildikten ve Flaherty ABD’ye döndükten kısa bir süre sonra, yine açlık tehlikesi ile karşılaşan Nanook ve ailesi bölgenin iç kısımlarına doğru ilerlemişler ve maalesef zorlu bir kar fırtınası onların sonu olmuş. Bu sıcak, neşeli Eskimo ailesi için hazin bir son…

IMDB Sayfası

Tom Robbins – Parfümün Dansı

1985, Ayrıntı Yayınları, 366 s.
Çeviren: Belkıs Çorakçı Dişbudak

Ölümsüzlük, insanlar varolduğunda beri en büyük özlemlerden birisi olmuştur. Bu nedenle de edebiyattan sinemaya kadar pek çok alanda ölümsüzlük çabasının anlatıldığı hikayelere rastlarız. Tom Robbins‘in Parfümün Dansı (orj., Jitterbug Perfume) romanı da bu konudaki kitaplardan bir tanesi.

Roman, iki ayrı zamanda ve 3 temel yerde geçiyor: Seattle, Paris ve New Orleans. Bu 3 yerdeki kahramanların ortak noktası bir parfüm yaratmak. Daha doğrusu farklı bir parfürm yaratmak. Sıradışı garson kız Priscilla bu çaba için yolculuğuna Seattle’da başlarken, Paris’de ünlü parfümcüler Claude LeFever ve Marcel LeFever parfüm endüstrisinin en önemli isimlerindendir. New Orleans’da ise onlar kadar ünlü olmayan V’lu ve Madam Devalier vardır. Aynı zaman dilimi içerisinde kendi yollarında hareket eden (ve kuşkusuz bu yollar kesişmeye adaydır) gruba ek olarak tarihi bir kahraman da romana dahil olur. Kudretli ama kaçak Kral Alobar, köpeği Mink ve en çok sevdiği karıları Alma, Wren ve son olarak da Kudra romana hayat veren diğer canlılardır. Kral Alobar, romanın kuşkusuz en sıradışı isimlerinden birisi. Kendi tanımlamasıyla “bireycilik”, psikolojik tanmıyla da “otantiklik” peşinden gitmeye çalışan Alobar’ın en büyük amacı varoluşun yeni baştan düzenlenebileceğini ispat etmektir. Bunun için de Bandaloop rahiplerine ulaşmaya çalışan Kral’a bu yolculuğunda Kudra ve zaman zaman da arsız Pan eşlik etmektedir. Pagan Tanrı Pan’ın romanda ayrı bir hikayesi var ve bu hikaye her ne kadar ana konunun biraz dışında görünse de oldukça etkileyici ve kesinlikle çok iyi düşünülmüş.

Parfümün Dansı, koku duyumu ve bellek gibi konularda günümüz psikoloji biliminin bulgularına paralel bilgiler sunuyor. Ancak tabii ki romanın asıl önemi ölümsüzlük ve varoluş kavramlarını işleyiş tarzı. Ölüme bir isyan olarak algılanmamalı bu kitap, ondan daha çok varoluşun nedenini ve değiştirilip değiştirilemeyeceğini sorgulayan bir kitap.

Tom Robbins‘in oldukça esprili bir dili var. Özellikle kurduğu analojiler ya da betimlemeler çok hoş. Cümleyi tek olarak aldığınızda çok sırıtabilecek ifadeler hikayenin içinde çok doğallarmış gibi görünüyor. Baştan sonra iyi kurgulanmış, sürükleyici bir roman ama özellikle kullandığı dil ve temiz çevirisi ile dikkat çekiyor. Doğru zamanda okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Son zamanlarda okuduğum en iyi kurgulardan birisi.

The Social Network (Sosyal Ağ)

Yönetmen: David Fincher
Senaryo: Aaron Sorkin (Senaryo) ve Ben Mezrich (Kitap)
Yapım yılı: 2010, ABD
Oynayanlar: Jesse Eisenberg, Rooney Mara, Bryan Barter, Brenda Song, Dustin Fitzsimons, Armie Hammer, Joseph Mazzello, Patrick Mapel, Max Minghella, Andrew Garfield, Toby Meuli, Alecia Svensen, Calvin Dean, Jami Owen, James Dastoli, Justin Timberlake

Facebook, Twitter, MSN, My Space gibi onlarca sosyal iletişim ağı standart bir internet kullanıcısının hemen hergün en az 1 kere karşılaştığı sistemlerden sadece birkaçı. İşin ilginç olanı bu sistemlerin temel çalışma prensipleri oldukça basit olsa da herbiri tam bir yaratıcılık örneği. The Social Network, bunlar arasında en yaygın kullanılan Facebook‘un yaratıcısı Mark Zuckerberg‘in (Jesse Eisenberg) Harvard Üniversitesindeki macerasını anlatıyor. Çok genç bir yaşta dünyanın en zenginleri arasına giren Zuckerberg‘in hayatı ünlü yönetmen David Fincher‘in bakış açısı ile karşımıza çıkıyor.

Filmde anlatılan hikayenin belki de ticari oyunlarla ilgili olan kısımlarını ilk defa görüyoruz ama eğer siz de bir Facebook kullanıcısıysanız diğer şeyler çok tanıdık. Hikayeden bağımsız olaran öncelikle filmle ilgili birkaç detay vermekte fayda var. Filmin geç oyuncuları Jesse Eisenberg ve Andrew Garfield (Eduardo Saverin) çok iyi bir iş çıkarmışlar. Zuckerberg‘i canlandıran Jesse Eisenberg‘in neredeyse duygusuz yüz mimikleri ve genel tarzı karakter hakkında hem yeterince bilgi veriyor hem de gerekli olan soru işaretlerini ortaya koyuyor. Filmde Napster‘in kurucusu Sean Parker‘ı canlandıran Justin Timberlake‘in de hakkını vermek lazım. Hem oyuncu hem de enerji olarak filmin en önemli kişilerden birisi. Belki de klasik bir bilgisayar dünyası yarattıkları içindir bilinmez ama filmde kadın oyuncuların varlığı dekordan öteye gidemiyor. Belki de bu filmin en büyük eksiği (ya da David Fincher‘in tercihi). Üstelik bütün hikayenin başarısız bir romantik ilişki üzerine inşaa edildiğini düşünecek olursak, kadınların rolünün daha fazla yansıtılması gerekirdi diye düşünüyorum. David Fincher‘ın dehası filmin başkahramanının “iyi” ya da “kötü” olmasını engelliyor. Sanırım seyredenlerin bir kısmı Zuckerberg‘i akıllı ve temiz bir çocuk gibi görecekken, bir kısmı da onun gerçek anlamda kötü ve düzenbaz olduğunu düşünecekler. Aslında her insanda olan bu netsizlik filmde de çok iyi işlenmiş durumda. Benzer olarak Zuckerberg‘in ortağı Eduardo Saverin rolünde izlediğimiz Andrew Garfield de kişiliği hakkında pek emin olamadığımız diğer karakteri başarı ile canlandırıyor. Sonuçta karakterler üzerine oturtulmuş bu ticari hikaye film olarak oldukça başarılı.

Filmin konusundan bağımsız olarak Harvard Üniversitesi kampüsünün genel tarzı, öğrencilerin yapısı ve idealleri sanırım pek çok üniversite öğrencisinde “biz neden böyle değiliz?” hissi uyandıracaktır. Örneğin, filmin hemen başlarında bilgisayar üzerinde yaptıkları bir deneme sırasında Harvard‘ın bilgisayar ağını çökertmeyi başaran Zuckerberg ve arkadaşları bu başarıyı sabaha karşı 04:00’de elde ediyorlar. Diğer bir ifadeyle koca bir üniversite kampüsü sabahın 4’ünde hala ayakta. Açıkcası benim film içinde kıskandığım en önemli ayrıntı burasıydı. Ek olarak, yaratıcılığı körükleyen ama bunun yanında kendi kurallarından asla taviz vermeyen ahlak yapısıyla donatılmış bir üniversitenin varlığı da neden Facebook’un yaratıcısının başka bir ülkeden çıkamadığının kanıtı gibi.

Bilgisayar meraklılarının, hergün birkaç saatini Facebook ve benzeri sosyal paylaşım sitelerinde geçirenlerin kaçırmaması gereken bir film.

IMDB Sayfası