Stone (Şantaj)

Yönetmen: John Curran
Senaryo: Angus MacLachlan
Yapım Yılı: 2010, USA
Oynayanlar: Robert De Niro, Edward Norton, Milla Jovovich, Frances Conroy, Enver Gjokaj, Pepper Binkley, Sandra Love Aldridge, Greg Trzaskoma, Rachel Loiselle, Kylie Tarnopol, Bailey Tarnopol, Madison Tarnopol, Peter Lewis, Sarab Kamoo, Richard Murphy

Bir şartlı salıverme memuru (Robert De Niro), hayata farklı bakan bir mahkum (Edward Norton) ve onu kurtarmak için her şeyi yapmaya göze alan güzel karısı (Milla Jovovich)… Film afişinde bu üç ismi ve yüzü görünce insan ister istemez “bu film mutlaka izlenmeli” diyor zaten. Her ne kadar Milla Jovovich, filmlerde oyunculuğundan daha çok güzelliği ile ön plana çıksa da yine de farklı tarzı ve duruşu ile dikkat çekici bir oyuncu olma özelliğine sahip. Robert De Niro ve Edward Norton için ise zaten pek fazla bir şey söylemeye gerek yok.

Jack (Robert De Niro), sıradan bir şartlı salıverme memuru olarak hergün işine giden ve oradan da eve dönen evli (ama yalnız) bir adam. Filmin başında bize onun gençliği ile ilgili verilen kısa bilgi pek de tekin olmadığı yönünde; ek olarak çok vurgu yapılmasa da alkol bağımlılığının sınırlarında dolaşıyor. Robert De Niro’nun performansına o kadar alışığız ki, oyunculuğu artık bize “normal” gelmeye başladı ama sanırım ilk defa seyrediyor olsaydık, bu “basit” karakteri bu kadar “canlı” oynamış olmasına hayran kalırdık. Her zamanki gibi kusursuz bir performans. Özellikle kafa karışıklığını çok iyi aktarıyor. Edward Norton (Stone) ise bir kere daha yıldız oyuncu olduğunu bu filmde gösteriyor. Çizdiği karakter ile sağladığı mükemmel uyumun yanında yüz ifadesi ve ses tonundaki vurgular gerçekten çok başarılı. Ödül almaya çok yakın bir performans olduğunu söyleyebilirim. Stone’nun çekici karısı Janetta’yı oynayan Milla Jovovich ise kesinlikle kendi sınırlarının üzerinde bir oyunculuk sergiliyor. Sıradışı güzelliği sıradışı oyunculukla birleşince film için tam isabet bir karar olduğu ortada. Tabi yardımcı kadın oyuncu rolünde, Jack’in mutsuz karısı Madylyn’i canlandıran Frances Conroy’u da unutmamak lazım. Onun bence tek deavantajı hep aynı rollerde oyunuyor olması ama gerçekten de mutsuz ve orta yaşın üzerinde bir kadını canlandırmak için aklımda daha iyi bir aday yok.

Film, çoğu zaman sabit ve yavaş bir tempoda sürüyor. Hapishanedeki kargaşayı ve final sahnesini saymazsak çok yavaş olarak tanımlayabiliriz. Doğal olarak bu yavaşlığın içinde zaman zaman kuvvetli felsefik tartışmalara da girilmiş. Suçun ne olduğu ve hatta Tanrı’nın varlığı gibi konularda ilginç düşünceler var. Ancak her iki konuda da senaryonun biraz kısır kaldığını düşünüyorum. Örneğin, Stone’nun yeni “ruhani arayışı” neticesinde bulduğu / uydurduğu yeni düşünceler çok daha iyi işlenebilirdi gibi geliyor bana. Senaryo hepsinin tadına baktırıyor ama doymamıza izin vermiyor. Final sahnesi de filmin bu açıdan en zayıf sahnesi bana göre. Diğer bir ifadeyle bu kadro ile çok daha iyi bir iş çıkarmak mümkünmüş dedirtiyor insana. Ancak yine de film hem konusu hem de oyuncuların performansları düşünüldüğünde seyretmeniz gereken filmler arasında. Tabii özellikle ahlaki / dini tartışmaların daha çok Hıristiyanlık ekseninde gitmesi, farklı inançlardaki seyircilere çok tanıdık gelmeyebilir.

IMDB Sayfası

Inception (Başlangıç)

Yönetmen: Christopher Nolan
Senaryo: Christopher Nolan
Yapım Yılı: 2010
Oynayanlar: Leonardo DiCaprio, Joseph Gordon-Levitt, Ellen Page, Tom Hardy, Ken Watanabe, Dileep Rao, Cillian Murphy, Tom Berenger, Marion Cotillard, Pete Postlethwaite, Michael Caine, Lukas Haas, Tai-Li Lee, Clarie Geare, Magnus Nolan

Rüya, bilinç ve bilinçaltı üzerine yapılmış yüzlerce filme yeni ve iddialı bir bakış olarak sinemalarda gösterilmeye başlanan Inception, yönetmen Christopher Nolan‘ın çok şey beklediği bir yapım. Özenli ve başarılı kadrosu, hatasız çekimleri, sürekli üst düzeyde tutulan heyecanı ile gerçekten de başarılı bir film olarak dikkat çekiyor. Özellikle Leonardo Di Caprio, artık sıradan bir oyuncu olmadığını gösteriyor. Diğer oyuncular için de söylenecek olumsuz bir şey bulmak zor. Sadece Ariadne rolündeki Ellen Page, diğer oyuncuların arasında biraz acemi kalmış gibi görünüyor.

Yeni geliştirilen bir teknoloji ile rüyalarda insanların bilinçaltına gitme yolunu keşfeden ve bu bilgiyi / teknolojiyi paraya çeviren bir grup insanın hikayesi anlatılırken aynı zamanda baş kahramanımız Cobb’un (Leonardo DiCaprio) da bilinçaltına sürükleniyoruz. Bütün olarak bakıldığında film hem teknik hem oyunculuk hem de kurgu açısından gerçekten çok başarılı. Kesinlikle seyredilmesini öneriyorum…

Ancak, filmin psikoanalitik geriplanı ya da diğer bir ifadeyle kuramsal altyapısı filmin kendisi kadar iyi düşünülmemiş. Her ne kadar Christopher Nolan, bu konuda çok çalışmış olduğunu hissettirse de bilinçaltı ile ilgili temel varsayımlar yeterince sağlam temellere dayanmıyor. Örneğin, bilinçaltının bu kadar kontrollü olması, şiddet, cinsellik, travmalar gibi kuramsal açıdan orada “saklandığı” varsayılan kavramlara yönelik hemen hemen hiçbir ipucunun olmaması, bilinçaltını bu kadar rahat “inşaa” edilmesi pek de anlamlı değil gibi geldi bana. Filmde gösterildiği kadar tutarlı ve “sıradan” bir bilinçaltımız olsaydı sanırım insanlar olarak bu kadar problemli yaratıklar olmazdık. Kısacası, filmin tekniğinde gösterilen özenin kuramsal altyapısında da gösterilmesini beklerdim. Bu açıdan bakıldığında, insan bilinçaltını anlatan daha iyi filmler olduğu açık. Yine de Inception seyretmeden geçilmemesi gereken bir film.

IMDB Sayfası

The Reader (Okuyucu)

Yönetmen: Stephen Daldry
Senaryo: Bernhard Schlink (roman) ve David Hare
Yapım Yılı: 2008
Oynayanlar: Kate Winslet, Ralph Fiennes, David Kross, Lena Olin, Bruno Ganz, Jeanette Hain, Susanne Lothar, Alissa Wilms, Florian Bartholomai, Friederike Becht, Matthias Habich, Frieder Venus, Marie-Anne Fliegel, Hendrik Arnst, Rainer Sellien


Billy Elliot
ve The Hours gibi başarılı filmlere de imza atan yönetmen Stephen Daldry‘nin yönettiği The Reader filmi benzer örnekleri gibi Oscar ödüllerinde haksızlığa uğramış filmler arasına girecektir (sadece tek Oscar alabildi). Çok iyi planlamış bir kurgunun ve içe işleyen bir öykünün başarılı bir şekilde beyazperdeye aktarılmış olması filmi daha şimdiden başyapıt seviyesine getiriyor. II. Dünya savaşı sonrası genç bir çocukla, hemen hemen annesi yaşındaki bir kadının dramatik aşkını anlatan bu filmde Kate Winslet kuşkusuz sinema hayatının en başarılı ve belki de en zor rolünde. Genel olarak çok etkileyici bulmadığım Kate Winslet, bu filmde beni kendisine hayran bıraktı. Oyunculuğu ile bu filme ait tek Oscar ödülü kendisine gitti. Oyunun diğer baş karakteri Michael Berg’in yetişkinliğini usta aktör Ralph Fiennes oyunuyor ama bence asıl alkışı aynı karakterin gençliğini oynayan David Kross alıyor. Gerçekten mükemmel bir performans sergileyen Kross, filmi etkileyici kılan en önemli unsurlardan birisi.

Film, oldukça başarılı bir şekilde kurgulanmış; zaman zaman farklı yıllara gidip gelmesine rağmen ne aralardaki bağlantı ne de duygusallık kopmuyor. Bittiğinde, aklınızda / yüreğinizde belli belirsiz hüzünlü bir tat bırakan The Reader mutlaka arşivlerde bulunması gereken filmlerden birisi.

IMDB Sayfası

Ahmet Ümit – İstanbul Hatırası

2010, Everest Yayınları, 565 s.

… Şehre bakıyorduk denizden… Sisler içindeydi İstanbul… Sisler içinde deniz… Sisler içinde teknemiz. Sultanahmet’in minareleriydi görülen, Ayasofya’nın kubbesi, Topkapı Sarayı’nın kuleleri. Hiç yağmalanmamış, yıkılmamış, kirletilmemiş gibiydi şehir. Bembeyaz bir sisle örtmüştü doğa, ne varsa görüntüyü çirkinleştiren. Güneş doğmadan bir anlığına beliren bir hayal gibi… Büyülü bir bulut gibi… Bir masal imgesi gibi… Yeni kurulmuş bir kent gibi… Yeni bir başlangıç gibi…. Genç, umutlu, güzel…

Türk edebiyatında, polisiye roman denildiğinde akla gelen ilk isim Ahmet Ümit‘in yeni kitabı İstanbul Hatırası, bitirmek istemeyeceğiniz hüzünlü bir roman. Başkomiser Nevzat ve en az onun kadar renkli ekip elemanları Ali ve Zeynep’in İstanbul’da arka arkaya işlenen cinayetlerin arkasındaki sis perdesini aralamak için giriştikleri çaba, harika bir tarih dersi eşliğinde kalem alınmış. Daha önceki romanlarında da olduğu gibi yine titiz bir çalışmanın izleri görünüyor. Roman, sadece keyifli ve heyecanlı bir polisiye öykü olmaktan ziyade tarih, kültür, dil ve hatta din konusunda da unutulmuş gerçekleri yeninde gözler önüne seriyor.

Romanı okurken bir yandan katlettiğimiz tarihle yüzleşirken bir yandan da ne kadar az şey biliyormuşuz duygusunu yaşamanız mümkün. Tarih kitaplarında artık sadece izi kalmış gibi görünen Kral Byzas, II. Teodosius, Jüstinyen gibi Hükümdarlardan, Kanuni Sultan Süleyman ve Fatih Sultan Mehmed’e kadar İstanbul’a yeni halini vermiş Sultanlara kadar onlarca isim İstanbul Hatırasından yeninde hayat buluyorlar. Günümüzde işlenen cinayetlerin onlarla nasıl bir ilişkisi olduğunu anlamak için kuşkusuz kitabı okumanız gerekiyor.

Ahmet Ümit, okuyucuyu sürekli yüksek bir tempoda tutma konusunda gerçekten çok yetenekli. Ara vermeyi düşüneceğiniz ya da dinleneceğiniz bir bölüm yok. Her bölüm bir sonrakini okumunız için sürekli kışkırtıyor. Diğer bir beceri de cinayetlerin şiddetli bir şekilde öyküleştirildiği bu romanda sevgi, sadakat, aşk, arkadaşlık gibi konular da aynı derinlikte inceleniyor. Son cümleyi de okuyup kitabı sonlandırdığınızda sizi esir alacak ilk duygu kuvvetli bir hüzün oluyor. Belki de bu yüzden Ahmet Ümit’in romanlarındaki kahramanlar hep çok canlı. Çevremizde olmasını istediğimiz, renkli ama bir o kadar da doğal kişiler. Okuyucunun sonda yaşadığı hüznün bir nedeni de belki onlardan ayrılmak.

Ahmet Ümit‘in kahramanları ve kahramanları ele alışı, yine İstanbul konulu polisiye romanlar yazan Barbara Nadel‘i andırmıyor değil. Nadel‘in de karakterleri (örn., Müfettiş Çetin İkmen) sıradışı özellikleri olmayan “iyi” insanlardan oluşuyor. Tabii ki her iki yazarında arasında çok büyük farklılıklar ve her ikisi de çok başarılı ancak sanırım ben Ahmet Ümit’in temposunu ve kurgusunu daha çok beğeniyorum. İstanbul Hatırası şu ana kadar okuduğum en iyi polisiye roman.

Albert Camus – Mutlu Ölüm

2009 (1971), Can Yayınları, 160 s.
Çeviren: Tahsin Yücel

Varoluşçu felsefenin en önemli isimlerinden olan Albert Camus‘nün Mutlu Ölüm‘ü diğer kitaplarından biraz daha farklı bir yazılış öyküsüne sahip. 1971 yılında, Camus‘nün ölümünde 11 yıl sonra basılan bu kitap hem kahramanı hem de hikaye örüntüsü ile Yabancı‘yı fazlasıyla anlatıyor. Aslında bir bakıma Yabancı‘nın ortaya çıkmasına neden olan kitaplardan birisi olarak da görülebilir. Camus, Mutlu Ölüm‘de de kendisine ve topluma yabancı bir adamın hikayesini anlatıyor. Hatta kitabın hemen başlarında yeralan bir Pazar günü anlatısı neredeyse birebir Yabancı‘ya ilham vermiş gibi duruyor. Mutlu Ölüm‘deki kahramanımızın adı Mersault’dur; bu isim Yabancı‘da Meursault olacaktır. Mersault, deniz – güneş anlamına gelirken, Meursault ise ölüm – güneş anlamına geliyor. Camus‘nün, Cezayir’in güneşine ve denizine olan hayranlığını da hesaba katacak olursak seçilen isimler çok da şaşırtıcı değil tabii ki.

Mutlu Ölüm, iki temel bölüme ayrılmış bir roman: (1) Doğal Ölüm ve (2) Bilinçli Ölüm. Birinci bölümde, Mersault, bir adamı, engelli Zagreus’u öldürür. Ne kurbanın ne de katilin garipsemediği ama pek de anlamı olmayan bir cinayettir bu. İçinde suçluluğun ya da uzun vadeli planların olmadığı bu cinayetten sonra Mersault Avrupa’yı gezer, kendi varoluşuyla başbaşa kalır. İkinci bölümde ise Mersault yeniden Cezayir’e döner. Vaktinin çoğunu “Dünyanın Karşısındaki Ev” diye tanımladığı yerde geçirir, evlenir, hastalanır ve Zagreus’la buluşmayı bekler…

Camus‘nün diğer eserlerinde olduğu gibi burada da çok ciddi varoluşsal sorular roman kahramanı sayesinde karşımıza çıkıyor. “İnsan insanın gücünü azaltır” diyen Mersault’un gözünden güneşi, denizi, hayatı ve ölümü yeniden görüyoruz. Yabancı‘ya hayat veren bu kitabı mutlaka okumak lazım.