A Letter to Our Parisian Friend

Dear Fairouz
Our Parisian Friend,

It was September when you arrived Ankara and we finally met. For a few days, you (and we) found a chance to visit some places in Turkey. Although it was raining, we could feel the amazing atmosphere in Cappadocia, visited Anatolian Museum, had dinner in Kayseri, rested about 2 hours in Ihlara valley, etc. You must remember that when we were at a restaurant (in both Ankara and Kayseri), the waiters brought you different foods to taste after they heard that you were a Parisian woman. I think you loved many (if not all) of them and kept notes about your experiences for yourself.

You drank Raki, for the first time in your life.
You listened to Zeki Muren and we tried to translate his songs to you and you liked them.
You did love “cig kofte” (raw meat). That was very surprising for me. I always thought that “cig kofte” was delicious for only Anatolian people.
And of course, “baklava” and “Turkish delight”… they were your favorites.

We talked little about politics but much more about religion and ethnicity.
You always pointed out that all people should tolerate different worldviews and you were angry about racists in France who claimed that there was no place in France for refugees, Muslims, etc. I hope and I’m sure that you are still at the very same position. You love people, I don’t think anything could change this.

When more than 100 people were murdered in Ankara, in 10th of October, you felt the pain as we felt. You said your heart was with us.

Now, the same militants, those who are without any sign of humanity, carried out an attack to your country, your city, your way of life. I can guess how tense is the situation right now. It was shocking and horrible; more than 100 people had been killed without any reason.

I don’t want to tell you anything about revenge.
I don’t want to tell you anything about justice, either.

I cannot tell you when these madness comes to an end.
I cannot tell you when people get along with each other.

I don’t have answers.

Yes, I am afraid to be at war against darkness; and yes I am really afraid to stand still against it.

But,

I am sure that darkness will never win. If it could, then everything including itself will be nonexistent. That’s why we have to win and we will.

Courage is needed in the darkest times of our life.
And courage, my friend, does not mean not to afraid of anything, courage is acting for the truth regardless of your fear.

No, our hearts are not just with you.
We all are a big heart!

Love,

Dogan Kokdemir, Ankara

Kadın Genel Başkan

Prof. Dr. Doğan Kökdemir
Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara

Athena ile Poseidon arasındaki çekişmede Atina halkı 1 oy farkla Athena’nın yanında yer aldığında, Poseidon Atina’yı sular altında bırakınca, halk öfkesinin doğal olarak Poseidon’a değil o 1 oy farkı yaratan kadına yöneltmişti. Bir sonraki adımda kadınların oy vermesinin pek de “iyi bir şey” olmadığına hükmetmişlerdi. İşte o zamandan bu yana kadınların siyaset sahnesinde yer alması evrimin en yavaş halkası oldu. Homo Erectus’tan Homo Sapiens’e geçişimiz bile daha kolay gerçekleşmiş gibi görünüyor.

Lydia Chapin Tatf, kasaba toplantılarında yasal olarak oy kullanabilmiş ilk kadın. Bu olayın gerçekleşme tarihi ise 1756. Yani 18. yüzyılın ortalarına kadar kadınların siyasi karar alma mekanizmalarının içinde yer alması mümkün olmamış. Tabii ki dünya tarihinde, daha önceki dönemlerde, ülke yönetimi söz konusu olduğunda gücünü hissettiren kadınlar oldu ancak sıradan bir vatandaş olarak bir kadın oy kullanması için yüzlerce yıl beklemek zorunda kaldık. Türkiye’de ise 5 Aralık 1934 tarihinde Anayasa ve Seçim Kanununda yapılan değişikliklerle kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakları güvenceye alınmış oldu. 8 Şubat 1935 yılında yapılan milletvekiliiği seçimleri ile de ilk defa 17 kadın ve bundan bir sene sonra da ara seçimde 1 kadın daha 5. dönem milletvekili olarak TBMM’de göreve başladılar. Her ne kadar bu tarihler “çok yeni” olsa da, Avrupa’daki çoğu ülkeden daha önce kazanılmış (ya da verilmiş) bir hak olması açısından önemlidir.

Siyasi tarihimiz boyunda hemen hemen bütün seçimlerden sonra beklediği başarıyı yakalayamayan siyasi partilerde yönetim değişikliği arayışı olmuştur. Bu, sadece doğal bir süreç değil demokrasi açısından da gerekliliktir. Ancak 1-2 istisnayı saymazsak, bu arayışlarda kadınların isminin “Genel Başkan Adayı” ya da “Partinin Lideri” olarak ortaya çıktığını pek göremeyiz. Her dönem birbirine benzeyen ve söylemleri ne olursa olsun aslında benzer dünya görüşlerini savunan erkek adayların, yüksek perdeden sesleri ve biraz abartılmış özgüvenli görüntüleri ile sahneye çıkmaya hazır olduğunu görürüz. Kuşkusuz hepsi değerli ve kendi bilgilerine, becerilerine ve donanımlarına güvenen, ülkenin ve dünyanın iyiliği için samimi planları, önerileri olan insanlardır. Ancak acaba dünyadaki gerçek sorun(lar)ın ne olduğu konusunda dikkatli analiz yaparlarken, çözüm konusunda o kadar cesaretli olmayabilirler mi?

Bugün belki şimdilik sadece Ortadoğu’da daha şiddetli görünen ama aslında dünyanın tamamına ait olan demokrasi dışı uygulamalar diğer sorunların önündedir ve insanlık tarihi boyunca bütün totaliter yönetimlerin ilk hedefi kadınlar olmuştur. Gerek tek Tanrılı dinlerin etkisi gerekse yönetimde olan erkeklerin bitmez tükenmez hırsları, kadınları hiç değilse ikinci plana atmayı başarmıştır. Tabii ki totaliter rejimlerin asıl derdi kadınlar değildir; özgürlüktür. Dini tabanlı da olsa ırkçı temellere dayansa da bütün bu yönetimler kendilerinden farklı düşünen insanların seslerini kısmak isterken işe en kolayından ve en merkezinden, kadından, başlarlar. Geleneklerin ve inançların da yardımıyla önce kılık kıyafete, sonra toplum içindeki davranışlara ve nihayetinde de sözde kutsal olan aile içi ilişkilere kadar siyasetin (ve idarenin) girdiğini görürsünüz. Günümüzde sadece Türkiye’de değil, Türkiye’yi saran kuşağın büyük bir bölümünde çılgın bir muhafazakarlaşma eğilimi var. Bu eğilimin hedefindeki ilk “düşman” özgür, düşünen, kendi hayatıyla ilgili kendisi karar verebilen, sessiz kalmayan kadınlar. Hangi dini temel alırsa alsın dünyanın her yerinde tutucu akımların ilk hedefi hep kadınlar olur. Önce kıyafetlerine karışılır, sonra ne zaman nereye gideceğine, kaç çocuk doğurması gerektiğine, ne zaman konuşacağına, ne zaman susacağına ve sonunda da ne kadar yaşayacağına karışılır. Muhafazakar erkeklerin en büyük korkusu karşılarına çıkaca özgür kadınlardır. Çünkü bir muhafazakarın ve onun hükümdarının kendisini dinlemeyen, itaat etmeyen, kendi başına karar alan bir kadına tahammülü de yoktur açıkcası onun başedecek donanıma da sahip değildir. Bu nedenle muhafazakar iktidarların asıl hedefi kadınları mümkün olduğunca eğitimin, bilimin, sanatın, özgür düşüncenin dışına itmektir. Cahil olmaya zorlanmış bir kadın bu yöneticiler için harika bir kaynaktır. Kendisi gibi düşünen ve istisnalar hariç hiç itiraz etmeyecek kuşakların yetiştirilmesi için bu kadınlara ihtiyacı vardır. Özgür kadınlar ise şimdi değilse yarın, yarın değilse bir sonraki günü onu tahtından indirmeyi başarabilirler.

Totaliter yönetimlerle / anlayışla mücadele ettiğini söyleyen herhangi bir siyasi partinin belki de aşağıdaki maddeleri dikkate almasında fayda olabilir:

Madem ki siyasetin dili genelde erkek bir dildir; o zaman bırakın sizin siyasi lideriniz bir kadın olsun. Bazı partilerin durumu kurtarmak için uyguladığı eş başkanlıktan bahsedilmiyor burada aksine tek bir siyasi liderden ve bir kadın siyasi liderden bahsediliyor. Daha da cesursanız sadece lideri değil bütün bir yönetimi kadınların oluşturmasına olanak sağlamalısınızdır aslında. Yoksa sadece vitrindeki, edilgen bir kadından bahsetmiyoruz. Gerçek anlamda kadınların yönetmesinden bahsediyoruz. Özellikle demokrasiyi savunan ve hiç değilse söylemde eşitlikçi olan partilerin yürütme organları, kadınların erkeklerden daha “az yetenekli” olduğunu düşünmüyordur herhalde? Her ülkede olduğu gibi Türkiye’ye de sadece kendi mensubu olduğu siyasal partiyi değil yaşadığı ülkeyi ve dünyayı da ileriye götürebilecek potansiyele sahip olan binlerce kadın vardır. Yok, eğer tersinin düşünüyorsanız o zaman kadınları kendi siyasi hareketinizin için zaten hiç almamanız gerekir.

Madem ki bireylerin özgür yaşamını tehdit eden baskıcı ve totaliter rejimlerin sindirmeye çalıştığı ilk grup hep kadınlar oluyor o zaman, örneğin, bırakın bütün belediye başkan adayları kadın olsun. Bu sayede söz konusu siyasi parti bir önceki seçimlerde elde ettiğinden daha yüksek bir oy alır mı? Tahminen hayır. Ancak amaç kaç oy alındığı değildir zaten; amaç hem totaliter zihniyete hem de olan biteni izleyen apolitik insanlara aslında neler olduğunu hatırlatmaktır. Zihinsel olarak kişilerin kendisine çeki düzen vermesine olanak sağlamaktır.

Hangi ideolojiden gelirse gelsin her totaliter rejimin ve onun başındaki yöneticinin korkusu kadınlardır. Nüfusun her zaman %50’sini oluşturan, çocuk eğitimi gibi herhangi bir toplumun geleceğine yön veren sistemi çoğunlukla tek başına elinde bulunduran, eğitimli ve bilgili kadınların elinde hele bir de yönetme gücü olursa, işte o zaman özgürlükleri kısıtlamak hiç de kolay olmaz. Bir toplumun yarısını evde yaşamaya mahkum etmeye kalkarsanız ve bunu başarırsanız o toplumun bir daha kendine gelmesi mümkün olmayacaktır.

Bu ülkenin kurucu ideolojisi özünde devrimcidir. Gerektiğinde statükoyu değiştirme konusunda tereddüt edilmemesi temel düşüncedir. Erkek egemen siyasi iktidar ise şu andaki en ciddi ve güçlü statükodur. Genel seçimlerden sonra hangi siyasi partiler kendilerine “çeki düzen verme” cesaretini gösterecek belli değil, hepsinin bu cesarete sahip olmadığı da çok açık. Ancak eğer olur da bu siyasi partilerdeki insanlar gerçekten bir yenilenmenin, tazelenmenin, olan biteni yeniden ve ayrıntılı düşünmenin önemine inanırlarsa belki geleceğe daha güvenle bakabiliriz. Kadınların siyasetin içerisinde sadece görünmesi değil güçlü olarak varolması söz konusu olduğunda bu bizim geleceğimiz için çok önemli bir adım olacaktır. Burada herhangi bir siyasi ideolojinin ya da siyasi partinin hangi seçimde ne oy aldığı ya da bundan sonra oyunu ne kadar değiştirebileceği gerçekten o kadar da önemli değildir. Oy için mücade edilmez, oy için kavgaya girilmez, oy için asla savaşılmaz ama özgürlükler için bunların hepsi yapılır, yapılmalıdır.

O zaman, bırakın bütün yönetime talip siyasi adaylar kadın olsun.

Henüz evin dışındayken üzerine düşünmekte fayda var…

Son Güncelleme: 11 Kasım 2015

Sosyal Psikolojik Açıdan 1 Kasım 2015 Türkiye Genel Seçimlerinin Değerlendirilmesi

Prof. Dr. Doğan Kökdemir

Başkent Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
Ankara

Genel olarak psikoloji, özel olarak da sosyal psikoloji, “İnsanlar neden davrandıkları şekilde davranırlar?” sorusuna yanıt arar. Bu açıdan bakıldığında her ülkedeki yerel ve genel seçimler, sadece siyasetçiler, siyaset bilimciler, gazeteciler açısından değil, sosyal psikologlar açısından da ilginç bir inceleme konusudur. Siyasi davranış ve siyasi davranışın bir temsili olarak oy verme davranışı üzerine her alandan uzmanlar farklı bakış açıları ile olayı irdelemeye çalışırken doğal olarak yanlı ve yanlış kararlara da varabilmektedirler. Bu nedenle, şu anda okuduğunuz yazıyı da potansiyel hatalara sahip olabileceği bilgisi ile okumanız önerilir.

Koalisyon İsteyen Seçmenler ya da Tek Başına Güçlü Hükümet İsteyen Seçmenler

Seçimlerden sonra, seçim sonuçlarına bağlı olarak gazete yazılarında sıklıkla görebileceğiniz bu tip değerlendirmelerin; yani seçmenlerin kendi isteği ile koalisyon istemesi, herhangi bir partiyi tam baraj sınırında bırakarak “kulağını çekmesi”, başka bir partiye çoğunluk verip ama yine de anayasayı değiştirecek kadar çoğunluk vermek “istememesi” gibi çıkarımlar, en basit tanımıyla hayalidir. Herhangi bir seçim bölgesindeki seçmenlerin tamamının biraraya gelerek, kendi aralarında hangi partilere hangi nedenlerle ve hangi oranda oy vereceklerini belirlememiş olduklarını bildiğimize göre, yukarıdaki cümlelerde anlatılmak istenen “seçmen üst aklı” gibi bir beklentinin gerçek olma olasılığının yüksek olmadığı açıktır. Hemen hemen bütün seçmenler, kendi oy verdikleri siyasi partinin tek başına ve mümkün olan en büyük güçle iktidara gelmesini ister, hemen hemen hiçbir seçmen “benim partim çok iyi ama milletvekili sayısı şu rakamı geçmezse iyi olur” demez. Hatta bu beklentiler gerçekçi olmasa bile bir mucize beklentisi son ana kadar sürer.

Seçmen Hareketi Neden Olur?

Seçmenler tek bir insan değillerdir. Bütün seçmenlerin, ortak noktaları tabii ki olmakla birlikte, kendilerine has özellikleri, beklentileri, hayalleri vardır. Azımsanmayacak sayıda bir seçmen kitlesinin, kendi geleneklerine ya da dünya görüşüne bağlı olarak ne olursa olsun aynı partiyi desteklemeye devam ettiğini tahmin etmek zor değil ancak sonucu etkileyecek seçmen hareketine sahip olan ve kamuoyu araştırmalarında zaman zaman “kararsız seçmen” ya da “iki parti arasında gidip gelen seçmen” olarak tanımlanan kalabalık bir kitlenin de olabileceğini akılda tutmamız gerekmektedir. Başarılı bir seçim stratejisi çoğunlukla bu seçmenlerin üzerine yoğunlaşır ve siyasi partiler söz konusu “kararsız” seçmenleri kendi tarafında doğru çekmek için politika oluşturur.

Ancak sosyal psikolojik açıdan oy verme davranışına bakıldığında kısa zaman içerisindeki kitlesel oy hareketlerinin nedenlerinin sadece siyasi partilerinin programlarındaki değişikliklerle açıklamaya çalışmak çok mantıklı olmayacaktır. Özellikle Türkiye’deki son iki seçim arasındaki 5 ay gibi kısa bir süreye rağmen yaklaşık 5 milyon seçmenin yer değiştirmesi farklı açıklamalara ihtiyaç duymaktadır. Siyasi davranış üzerine yorum yapan uzmanlar, bu 5 aylık dönemdeki en önemli değişikliğin artan terör olayları olduğunu konusunda hem fikirler. Ancak, kendilerinin ifadesiyle artan terör eylemlerinin, rasyonel olarak iktidarın bir başarısızlığı olarak görülmesi ve bu nedenle de oy potansiyeli azaltması gerekirken, tam aksi bir sonucun ortaya çıkması ilginçtir. Aynı yorumcular, bunun nedeni olarak çoğunlukla milliyetçi seçmenin “tek başına iktidar” olasılığı yüksek partiyi seçerek “devleti kuvvetlendirme” isteğini işaret etmektedirler. Bu açıklmaya ek olarak, diğer partilerinin uyumsuzluğu, iktidara gelme olasılıklarının azlığı, yeniden bir hükümet bunalımı yaşama olasılığı gibi nedenler de dillendirilmektedir. Kuşkusuz tüm bunlar seçmen hareketini etkileyen faktörler içerisindedir.

Terör Olayları Neden İktidarları Olumsuz Etkilemez?
Tamamen olumsuz etkilemez diyemeyiz ancak sosyal psikoloji kuramları (özellikle Dehşet Yönetimi Kuramı) insanların ölümlü olduklarına dair farkındalıklarının yarattığı ölüm korkusunun (dehşet), özsaygı ve/veya kültürel dünya görüşüne artan bir aidiyetle bağlanma isteğiyle hafifletilebileceğini ileri sürmektedir. Diğer bir ifadeyle, eğer yaşadığınız ülkede, çevrede ölüm, özellikle de sizi de tehdit etme özelliği yüksek olan bir belirsizlikle birlikte varoluyorsa, bu korkunun yaratacağı rahatsızlıkta kaçmak isteyeceksiniz. Burada önemli olan sadece sizin çevrenizdeki insanların ölümü nedeniyle travma yaşamanız, üzülmeniz, öfkelenmeniz değildir; bu ölümler size de sizin ölümlü olduğunuzu yeniden hatırlatır. Bu dehşetten kurtulmanın iki yolu vardır: (1) kendinizi bu dünya üzerinde değerli bir varlık olarak tanımlıyorsanız, özsaygınız yüksekse, ya da daha basit bir tanımla birey olarak kendinizi güçlü hissediyorsanız, ölüm farkındalığının yaşatacağı dehşet daha düşük olacaktır ya da (2) eğer siz kendinizi o kadar güçlü hissetmiyor olsanız bile, size bu gücü yaşatacak bir grubun üyesi olmak yeterli olacaktır.

Tahminen kitlesel oy hareketlerinin olduğu grup ikinci gruptur. Bireysel özellikleri sayesinde yaşadığı dehşetle istediği kadar sağlıklı bir şekilde başedemeyen bir seçmenin, kendisini, kendi varoluş algısını korumak için güçlü bir gruba ihtiyacı vardır. Bu güçlü grup her zaman bir siyasi parti olmak zorunda değildir kuşkusuz, çoğu zaman futbol takımı taraftarlığı da aynı etkiyi yaratacaktır, hatta daha küçük grupların (dernekler, sendikalar gibi) üyesi olmak ve oradaki insanlar da “biz birlikteyiz, yalnız değiliz” mesajı almak da işe yarayacaktır. Ancak, kuvvetli bir siyasi irade, özellikle söz konusu ölüm dehşeti genel ve belirsiz bir konuyla ilgiliyse (terör gibi) insanların kendisine sarılması için daha iyi bir aktör olacaktır. 11 Eylül olaylarından sonra Amerikan seçmeninin bir kere daha (süpriz olarak) George W. Bush’u başkan olarak seçmesini belki de bu durumun en iyi örneklerinden birisidir. Hareket kabiliyeti olan seçmen, daha önce bir siyasi partiye mutlak bir bağlılık içinde kendisini tanımlamadıysa, ortamda dehşet varken yakınlaşmak isteyeceği yer potansiyel iktidar olacaktır. Aslında, bu davranış özelliği diğer partileri de kapsıyor, ideolojik olarak kendisini bir partinin “neferi” olarak tanımlayan seçmenlerin kendi partilerine yapışması kaçınılmazdır, diğer bir ifadeyle kemik oylar yerinde ve daha sağlam bir şekilde durur. Seçim sonucunu etkileyenler ise yazının başında belirtilen hareket halindeki “kararsız” seçmendir. Onlar bir liman aramaktadır ve ortamda ölüm tehlikesi varken, doğal olarak en büyük (en güvenilir) limanı tercih edeceklerdir.

Kısaca şöyle özetleyebiliriz: Herhangi bir ülkede, artan ölüm olayları (terör, doğal afetler ya da benzeri belirsizlik potansiyeli yüksek nedenlerden kaynaklanlar başta olmak üzere) seçmenleri oy verme davranışı üzerinde etkili olabilir. Özellikle kuvvetli bir ideolojik bağlılığı olmayan, görece daha düşük sosya ekonomik düzeyde ve görece daha düşük eğitim seviyesindeki seçmenler, kendi yaşadıkları dehşetten (ölüm farkındalığının yarattığı korkudan) kurtulmak için sistemdeki en kuvvetli siyasi partiye oy verme eğiliminde olacaklardır. Belirsiz bir dünyada, daha fazla belirsizlik yaşamamak için en iyi seçim, onlar için, iktidar partisi olacaktır.

Şikayetçi ama Hala İktidara Oy Veriyor

Oy verme davranışının, siyasi yorumcular açısından, en anlaşılmaz noktalarından birisi de budur: Seçimden önce sürekli şikayet edilen, uygulamaları beğenilmeyen, hatta örneği abartalım, kendilerine direkt olarak kötülük yapan bir iktidarın bir sonraki seçimde aynı seçmenlerden yeniden oy alması tuhaf bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. “Celladına aşık olmak” gibi tanımlanan bu durumu da açıklamak için sosyal psikoloji bize biraz yardımcı olabilir.

“Celladına aşık olmak” tabiri biraz abartılıdır ama şöyle bir ifade kullanırsak belki gerçeğe biraz daha yaklaşabiliriz: Bireyler, süregiden sistemde ekonomik, sosyal ya da kişisel zarara uğruyor olsa bile sistemin devamını arzulamaktadırlar ve bunu gerçekleştirmek için meşrulaştırma yönünde hareket etmektedirler. Diğer bir deyişle, toplumda azınlıkta olan dezavantajlı gruplar bile, söz konusu olan kendilerinin zarar gördüğü sistemin değişmesi ise, bu değişime direnç göstermektedirler. Çünkü, değişim olursa ne yapacakları, nasıl davranacakları konusunda hiçbir fikirleri yoktur.

Sistemi Meşrulaştırma Kuramı adı verilen bu kurama göre insanlar şikayet gerekçeleri ortadan kalktığı için aynı sisteme (partiye) oy vermiyorlar, şikayetleri devam ediyor ama olası bir değişimin nelere yol açacağı konusunda en ufak bir fikirleri yok. Bu belirsizliğin yarattığı endişe ve korku, yaşadıkları olumsuzluklardan çok daha kuvvetli. Araştırmalar özellikle sosya ekonomik düzeyi düşük sağ seçmenin diğer seçmen grupların göre sistemi meşrulaştırma konusunda daha hevesli olduğunu göstermektedir. Değişimin maddi zorluğu (fakirlik) muhafazakarlık ile birleşince karşımıza iktidarlar açısından daha “uysal” bir seçmen modeli çıkıyor. Muhafazakar olmasına rağmen, sosyo ekonomik durumu gelişmiş bireylerin daha rahat hareket edebildiğini, tutum ve davranışlarını (oy verme davranışı gibi) daha rahat değiştirebildiklerini söyleyebiliriz.

Kısaca şöyle özetleyebiliriz: Herhangi bir ülkede, artan ölüm olayları (terör, doğal afetler ya da benzeri belirsizlik potansiyeli yüksek nedenlerden kaynaklanlar başta olmak üzere) seçmenleri oy verme davranışı üzerinde etkili olabilir. Bu olayların yarattığı belirsizlik ortamı bireylerdeki varolan güvensizlik algısını artıracaktır. Bu algının tahribatından kurtulmak için seçmen “bir macera aramak” yerine ne kadar sorunlu olursa olsun kendi bildiği ve deneyimlediği statükoyu tercih edecektir. Şu veya bu şekilde halihazırdaki statükoyla nasıl başedeceğini öğrenen seçmenin yeni bir statükoyu tercih etmesi için gerçekten olağansüstü bir durum gerekmektedir.

Neler Yapılabilir?

Yukarıdaki iki kuramın işaret ettiği noktalar genel olarak muhalefet partileri için iyimser bir tablo ortaya koymuyor gibi görünebilir. Her siyasi partinin kendi programını uygulama isteğini ve bu konudaki samimiyetini bir önkabul olarak ele alırsak, partilerin kendilerini seçmene anlatması tabii ki oldukça önemli ve etkilidir. Ancak asıl önemli olan, hareket kabiliyetine sahip seçmen grubunun, olası değişikliklerde ne yaşanacağı konusunda kafasında olan belirsizliği gidermeye çalışmaktır. Eğer seçmen, statüko değiştiğinde de dünyanın dönmeye devam edeceğine ikna olursa, kendi seçimini de ona göre ayarlayabilir.

“Kendi kararlarını özgürce ve rahatça veren bir seçmen” gibi ideal bir beklentimiz varsa açıkcası bunun hemen hemen tek yolu, insanların kendilerinin değerli olduğunu bildikleri bir ülkede / dünyada yaşadıklarına inanmalarıdır. Ambulansın sedyesine yatarken bile sedyeyi kirletmekten korkan bir vatandaşın davranışı çok hüzünlü ve hatta çok anlamlı da gelebilir ama aslında kendisini maalesef çok değerli görmediğinin de bir kanıtıdır. O vatandaş rahatça sedyeye ayağını koyduğunda belki “ideal seçmen”e de ulaşmış olacağız.

Kaynaklar

Jost, J. T., Glaser, J., Kruglanski, A. W. ve Sulloway, F. (2003). Political conservatism as a motivated social cognition. Psychological Bulletin, 129, 339-375.

Kökdemir, D. ve Yeniçeri, Z. (2010). Terror management in a predominantly Muslim country: The effects of mortality salience on university identity and on preference for the development of international relations. European Psychologist, 15(3), 165-174.

Pyszczynski, T. A., Solomon, S. ve Greenberg, J. (2003). In the wake of 9/11: The psychology of terror. New York: American Psychological Association.

Özgecan

Madde madde neler yapılması gerektiğini mi sıralasam
yoksa, içimden geçenleri ardı ardına buraya döksem mi?

Belki de neden hiç umudum kalmadığımı hızlıca, bir seferde, tek kalemde yazıp, yazmayı tümden bitirmeliyim… ya da üzerime yapışan umut verme rolümün gereğini yapıp olmayan çözümleri, hep olan sorunlara hiçlikten çıkarıp var etmeye çalışmalıyım.

O da olmazsa lanet okuyabilirim, en küçüğünden en büyüğüne, tek göz odalı evden saraylara kadar söyleyecek çok şey bulabilirim rahatlamak için. Rahatlamak… tüm aradığımız bu değil mi kaç gündür? Sonsuza kadar kayıp olanı yerine koyamayacağımız için aldığımız nefesi rahatlatmak için uğraşmıyor muyuz? Yaşayabilmek, yarın sabah uyanabilmek için mecburuz. Yarın sabaha uyanmaya mecbur muyuz, onu bilmiyorum.

Televizyonlar, gazeteler, internet… Hepsinin sesini aynı anda kesmek ve yaşananla tek başımıza kalmak iyi olurdu. Yanında olup duymadık ama yardım isteyen, canı yanan, kurtulmaya çalışan bir insanı duymamak için diğer seslere bakıyoruz şimdi. Çünkü biliyoruz ki, o sesler olmazsa bir tek O’nun sesini duyacağız. Hiçbir yürek, hiçbir akıl o sese dayanacak güçte değil şu anda. Belki de o yüzden O’nun sesini, değersizlerle bastırmaya çalışıyoruz.

Yukarıdaki bütün cümleler O’nun sesini bastırmak için.
Duymak istemediğimden değil, duyup bir şey yapamadığım için.
Bundan sonrakine de, ondan sonrakine de bir yapamayacağımı bal gibi bildiğim için.

“Bıçakladım… ölmediğini anlayınca defalarca başına levye ile vurdum” diyor. Bak o’nun sesi çıkıyor, duyuyorsun… duymamak istiyorsun ama ne mümkün. Masanın altına düşürdüğün ekmek kırıntısı alıp, kalkarken masaya başını çarptığında ne kadar acıdığı geliyor aklına. Sonra o’nu dinliyorsun “… defalarca… vurdum…” diyor. Acıyı duyma şansın yok, O’nun çığlığı zihnine ulaşamıyor, ulaşırsa yaşayamazsın. Ulaşırsa bu dünyayı yakman gerekir. Ulaşırsa yok edersin ve yok olursun. O yüzden zihnin engelliyor duymanı.

Bütün acılar O’nda toplanıyor… diğer çocukların biriken bütün acıları O’nda toplanıyor.
Bak, adını bile başlığa yazmayı en sona bırakıyorsun; bir yanın bırakamıyor O’nu, haksızlık hissediyorsun; bir diğer yanın ise kendi canının derdinde bakmamaya çalışıyor.

O’nun hakkında çok güzel şeyler yazıldı, çok güzel şeyler yazılıyor ve çok daha güzel şeyler yazılacak. Sesini duymadan yazılacak her şey, aynı bu satırların yazıldığı gibi.

Ö-z-g-e-c-a-n öldü.
O’nu öldürdüler.
Sessiz sedasız ölmedi ÖZGECAN, sana, bana, bize seslenerek öldü. Biz duymadık, duyamadık, duyamazdık… duymayacağımızı, duyamayacağımızı bile bile seslendi yine de hepimize.

O sırada neredeydik ki?
Ne yapıyorduk ki?
Niye duymadık ki?

Peki şimdi duyuyor musun?

Barbunya Pilaki ve Baba Olma Sanatı

Anneler çocukların şekillenmesinde hep asıl sanatçı olarak algılanır ama babaların o son dokunuşlarından çok az kişi bahseder nedense. Halbuki o dokunuşlar bizi ahlaklı ya da ahlaksız, iyi ya da kötü, merhametli ya da zalim, dürüst ya da düzenbaz yapabilecek kadar kuvvetlidir. O dokunuşların ne olduğunu neye yol açtığı çok zaman geçtikten sonra anlarız. Sadece birkaç dokunuştan sorumlu oldukları için babalar, çocuklarını sandıklarından daha fazla etkilerler. Çünkü o son birkaç dokunuş son resme adını verecektir.

Babam (ortada) Sinop Gerzespor’da futbol oynadığı zamanlar.

Babam 10 Ağustos 1940 – 20 Ocak 2014 yılları arasında yaşadı. Ölümünden önce çok uzun süre hastanede kaldı. Son zamanlarında bilincini iyice kaybetmiş olmasına katlanmak, belli ki gözünün önüne gelen hayallerle konuşmaya çalışması seyretmek, ona bir türlü ulaşamamak, sesimi duyuramamak ama en kötüsü gözlerinin içine bakamamak zordu, yıpratıcıydı. Öldüğü günü bir eğitim seminerindeydim, yaptığım en iyi işi yapıyordum, hayattaki diğer her şeyden uzaklaştığım için rahattım, farklı bir dünyada mola veriyordum. Eğitime ara verip, beni arayan var mı diye sessize aldığım telefonuma baktığımda farklı kişilerden onlarca cevapsız arama geldiğini görünce şüphelenmiştim ama hele bir de gönderilen bir mesajda “önce beni ara” yazdığını okuyunca ne olduğunu anlamak çok zor olmadı zaten. O’nu aradım ve öğrendim. 20 Ocak 2014 günüydü bu, Ocak’a inat sıcak bir günde asla başıma gelmeyecek sandığım bir kayıpla oracıkta kalakaldım. Bir adam, babası öldüğünde yalnız kalır. Koca dünyada, belirsizliklerle dolu yaşamda, ıssız kalır. Ayaklarınızın altından bütün zeminin kaydığını hissedersiniz. Yaşadığınız şeyin adı üzüntü değildir korkudur. Hayatınızda belki de ilk kez deli gibi korkarsınız. Neye korktuğunu bilmeden korkmanın kendisi zaten çok korkunçtur. Yalnızlık çığlık çığlığa üzerinize koşar, ne orada durabilirsiniz ne de kaçıp uzaklaşabilirsiniz. Bir adam, babası öldüğünde, ölür. Hayata devam eden, yeni birisidir artık; iyi ya da kötü ama yeni.

Annem ve babam, nikah törenlerinde.

Sina Kökdemir bir Cumhuriyet Savcısıydı. Türkiye’de belki de sayısız örnekleri olan, iki çocuğunu olabilecek en iyi şekilde yetiştirmek için çalışan, çabalayan, kaygılanan tipik bir babaydı. Dünyanın en iyi babası mıydı? Bilmiyorum. Herkesin babası öyledir, bu yüzden öyle bir tanımlama bana oldum olası saçma gelmiştir çünkü şunu da biliyorum ki hataları olan normal bir insandı. Ne doğa üstü güçleri vardı ne de bir derviş sabrı. Her baba gibi zaman zaman kızan, sinirlenen, seven, özleyen, özleten, uyuyan, uyanan, esneyen, gazete okuyan, yürüyüş yapan, rakı içen, sigara içen, televizyon seyreden, gülen normal bir babaydı. Öldüğünde oturduğu ev kiraydı, kendisine ait arabası yoktu, bankada birikmiş parası ya da hanları hamamları yoktu. Tek varlığı kendisiydi ve kendisini adadığı ailesi. Bir babanın en gerçek serveti bu değil midir zaten?

Benim hatırladığım ilk büyük hediye bir ansiklopedi setidir. İlkokul 2. sınıftaydım eğer yanlış hatırlamıyorsam, yer Kulp (Diyarbakır). Okuldan eve geldiğimde masanın üzerinde bana Ağrı dağı kadar büyük görünen bir ansiklopedi setini gördüğümde yaşadığım sevinci hayatımın diğer hiçbir yerinde yaşadığımı sanmıyorum. Kim bilir kaç hafta uğraşmıştı babam o ansiklopedileri doğru düzgün yolu bile olmayan Kulp’a getirtebilmek için. Halbuki ben sadece “Etoburlar” isimli cilt ile yetinebilirdim ama “Böcekler”, “İnsan”, “Bitkiler”, “Uzay”, … gibi isimleri olan farklı ciltleri gördüğümde bir müddet nefessiz kaldığımı hatırlıyorum. Rüya gibiydi her şey. Ne kadar çok şey okuyacaktım! Bu nasıl bir mucizeydi böyle! Bunların hepsi benim miydi?! Gerçekten benim miydi?

8 yaşındaki ben, o zamanlar bu yazıyı yazmak zorunda kalacağımı, babamın birgün öleceğini nereden bilebilirdim ki? O an için tek gerçek ansiklopedilerdi ve babalar zaten ölmezdi ki.

Ben 8 yaşındayken… Babamla kahvaltı sofrasındayız.

8 yaşındaki ben, tam da o gün bana verilen o ansiklopedileri okurken karar vermiştim bilimle uğraşacağıma. Sadece hangisini seçeceğime karar veremiyordum. Hayvanlar dünyası bana çok ilginç geliyordu, hele ya uzay ve evren. O ne gizemli bir şeydi öyle. Mutlaka o tür şeyler yapmalıydım. Bir yandan da gözüm insanda ve o beyin dedikleri tuhaf organın sırlarındaydı. Yapacak çok işim vardı, hem de çok. Hemen okumaya başlamalıydım.

8 yaşında, hayatımdaki o ufak fırça darbesiydi işte yaşadığım. Şimdi anlıyorum neye yol açtığını; yaklaşık 35 yıl sonra anlıyorum ne işe yaradığını o darbenin.

Bizim aileyle birlikte aynı yemek masasını paylaşan çok arkadaşım oldu. Hepsi bilir ki, yemekli misafir bizim için özeldir. Masa donatılır, sadece misafirlere yetecek kadar değil tüm Ankara’yı doyuracak kadar yemek yapılır. Hangi yemeği yapsak kaygısından uzak olmak için de olası her şey yapılır. Çoğu zaman sofrada aynı anda balık da olur, kırmızı et de, beyaz et de. Olur da bunlardan birisinin yemeyen misafir varsa aç kalmasın diye bütün seçenekler sunulur. Önce bir duble rakı, beyaz peynir ve babamın yaptığı ilginç turşulardan (erik, üzüm, kayısı, …) birisi yenir sonra sofraya geçilir. Sofrada yine bize konuk olan herkes bilir ki, babam hiçbir şey yemez. Bekler. Önce herkesin doymasını bekler, ısrarlara “yok şimdi canım istemiyor yahu, zorlamayın” der. Diğer herkes afiyetle yemeklerden alır, sonra bir daha alır ve artık son bölüme gelindiğinde babamın sesi duyulur “iyi hadi, oradan bir parça barbunya pilaki de bana verin”. Annem hevesle tabağa barbunya koyar bir kaşık sonra sorar “Sina, bir parça da et vereyim mi? Bak lokum gibi olmuş”. “Yav iyi tamam biraz da ondan ver ama abartma, öldüreceksin insanları yemekten” diye devap verir babam. En son salata da mutlaka ayrı bir tabağa konulur ve babam da sonunda yemeğini yer.

Sofrada koca bir orduya yetecek kadar yemek olmasına rağmen önce sofradaki diğer insanların doymasını bekleyen adama “baba” denir. Bu garip bir eylemdir. Bir yandan baktığınızda çok anlamlı görünmez ama dünya görüşü olarak ele aldığınızda çok önemli bir ahlaki mesaj taşır. Başınız sıkıştığında, çözemediğiniz problemleriniz olduğunda, hayat üzerinize duvarlar örmeye başladığında, yalnız kaldığınızda, mutsuz olduğunuzda size kimin yanına gideceğiniz konusunda net bilgi verir. Çocukları doymadan yemek yemeyi reddeden bir adama hayatınızın sonuna kadar güvenebilirsiniz. Bu kadar basit ve bu kadar nettir bu.

Ergenliğimde, yeni öğrendiğim beylik cümleleri bir gün babama satarken şöyle bir laf ettim ona “… tamam ben de hata yapıyor olabilirim, öyle durumlarda bana karşı çıkabilirsin, bu iyi bir şeydir, doğrusu budur…” gibi saçmaladım. Babam o ana kadar sabırla dinliyordu beni, sonra derin bir “Offff” çekti. “Yahu oğlum sen ne saçmalıyorsun abuk subuk. Ben babayım. Sen adam öldürsen ben senin yanında olmak zorundayım. Ne hatasından ne doğrusundan bahsediyorsun. Hadi git ukalalık edip benim canım sıkma.”

Çocuklarından sonra yemek yiyen bir adama ahlak dersi verilemeyeceğini o zaman öğrendim. İşte bu da belki yüzlerce fırça darbesinden birisi oldu benim için.

Bu bahsettiğim adam, benim babam, hastanede yataktan kendi kendine kalkamadığı, tuvalete giderken çocuklarının yardımına ihtiyaç duyacağını bildiği ve bizlere öyle görünmek istemediği için sırf tuvalet ihtiyacı olmasın diye yemek yemedi, su içmedi. Zorla, serumla beslenmesini sağladılar.

Çocuklarından sonra yemek yiyen bu adam, çocuklarına yük olmamak için daha erken ölmeyi göze aldı. Bu da onun tuvaldeki son fırça izi oldu.

Babamın dinlemekten en keyif aldığı parçalardan birisi.

Doğan Kökdemir
Ankara, 1 Ekim 2014